2009’dan beri yazdığım otobiyografik romanların en önemli sebebi, önce kendimden yola çıkarak insanları, ardından yaşamı anlamlandırmaya çalışmaktı. Ancak insan o kadar karmaşık bir yapı ki, ne yaparsak yapalım onu tamamıyla anlamamız mümkün değil. Ben de bu yüzden daha çok soru sorarak olası yanıtların peşinden gidiyorum. Ekim, 2014 basımlı son romanım Duvar’ı ilgi duyduğum üç farklı –ve benzer– alanda yoğunlaşarak ve bu defa içine biraz kurgu da katarak yazdım. Bu alanlar psikoloji, edebiyat ve sinema idi. Kitabın “edebi” kısmı, hayret bir şekilde genç yazarları önemseyen bazı eleştirmenler tarafından zaten incelendiği için geriye psikoloji ve sinema kaldı. Ve ben şimdilik sadece psikolojik kısmını ele almak istiyorum. Hem belki kitabı yazarken izlediğim bu süreç ve yararlanmayı denediğim kaynaklar, bu tarzda yazılabilecek yeni kitaplara ve yetişecek yeni genç yazarlara ufak da olsa bir fayda sağlar.
Başkarakterlerim Yabancı ile
Karin tanışmadan önce, yabancı sarışın ve renkli gözlü bir kızla yemek yer. Ancak
kız çok konuşur –ve boş konuşur– “Aradan yarım saat geçtikten sonra genç kız
ilk defa bir soru sordu.” (Sayfa 30) Ertesi gün yabancı, bu sarışın
kızın ondan burjuva şımarıklığıyla ot istemesi dolayısıyla Karin ile
karşılaşır. Karin, kömür gözlü ve siyah küt saçlıdır. Fiziksel ve ruhsal olarak
biraz önceki kızın tam tersidir ve en önemlisi, Karin, yabancının karanlık
tarafıdır. Yani Âdem ve Havva’nın bile yemeden duramadığı meyvenin kadın
halidir.
Ardından yabancı “yüzeysel güzel”in
değil, karmaşık ve çekici olan; bağımlı ve “tekinsiz” Karin’in peşinden
sürüklenir. Hatta sırf o istiyor diye direnişe katılır. Sarışın kızı derhal
terk eder, çünkü o basit ve legal bir insandır. Yani bir bakıma yabancı
gibidir. (Bence bize benzeyen insanları severiz, ancak bizden farklı
insanlara âşık oluruz.) Yabancı “yasak meyveye” yöneldiğinde ise elbette
bunun cezasını çekecektir. –Öyle ya, insan acı ve hüzne de tutkuyla bağlıdır– Ancak
arzu nesnesi olan Karin’in karanlığından yepyeni bir yaşam çıkartmayı da ihmal
etmeyecektir. “Sarışın kızın Barbie bebekleri yatağının başucundaydı. Beyazdı Barbie
bebekler. Çizgi filmlerdeki beyaz karakterler gibi. Reklamlardaki yakışıklı ve
zengin beyaz çocuklar gibi. Oysa zenciydi yabancının atan kalbi. Ve biliyordu,
yeterince acı çekmemiş ya da acıya saygısı olmayan birinin, onu hiçbir zaman
anlayamayacağını. –Ancak kibirli bir şefkatle yanağını öpüp, köpekmişçesine
başını okşayacağını.” (Sayfa 48)
Yabancı psikoz bir vakadır. Her
birey ayrı bir “ben”dir. Doğum travması ile anneden ayrılır ve kendi
“benliğinin” peşine düşer. Ancak yabancı yoktur. O kadar yoktur ki, adı bile
yoktur. Oysa insanoğlu öncelikle isimlerle tanımlar ve tanımlanır. Bir sözcükle
karşılığı olmayan “şeyler” yokluğa yakın bir belirsizlik/anlamsızlık taşır. Yabancının ismini –daha doğrusu
Karin’in sorduğu anda doğaçlama bir şekilde kendine koyduğu “Araf” ismini–
Karin ile tanışmasıyla öğreniriz. Ona ismini (yani yaşamını) veren şey
Karin’dir. Ancak yabancının annesiyle olan karmaşık ilişkisi; ona olan
bağımlılığı tüm bir hayatının önüne geçmektedir. Hatta bu açıdan Karin’in
kullandığı eroinden farksızdır. “Kes artık şu aile zırvalarını! Onların
ölümleri bir şans senin için! Köklerinden kurtulmadan; o evden ve yatak
odalarından taşınmadan özgür olamazsın. Kafeste olduğun doğru, ama seni oraya
tıkan insanlar değil.” (Karin, Sayfa 42)
Doğum travması, her bebeğin
yaşadığı korkunç bir trajedidir. Anne kendini doğuma hazırlar; bir gün bebekten
ayrılacağının bilincindedir. Ancak bebek bilmez. Sıcak ve her ihtiyacımızın karşılandığı
anne karnından dışkı gibi, tükürük gibi fırlatılırız dış dünyaya. Dolayısıyla
temel ve ilk arzumuz budur: Ana rahmine geri dönmek. Bu istek Yabancı ve Karin
arasındaki cinsel birleşmelere şu şekilde yansır: “Yabancı sadece penisiyle değil,
tüm varlığıyla içine girmek istercesine kedice süründü Karin’e / Biraz sonra,
içi toz pembe bir ay’ın araladı duvarlarını / Hemen yuva belledi içine girdiği
o sıcaklığı. (Sayfa 86)
Ancak bu aslında cinsel değil,
yabancının bilinçaltındaki çocuksu ve gerçekleşmeyeceğini bildiği basit bir
arzudan fazlası değildir. Yabancının ağbisine (ve hepimizin kardeşlerimize)
duyduğu kıskançlığın temelinde de bu dürtü yatar. Yabancı, her bebek gibi anne
karnında o kadar rahattır ve onunla o kadar bütünleşmiştir ki, doğduktan sonra
annesini başka kimseyle paylaşmak istemez. Başarılı ve yetişkin ağbi ise bu
yüzden bir tehdit unsuru haline gelir. Aynı baba gibi! Ancak yabancı babasından
çok ağbisini kıskanır, çünkü babası onun için zaten bir “erkek” bile değildir.
Örneğin Freud’a göre, iyi araba
kullanmak bir erkek için iktidar göstergesidir. Ancak yabancının babası kötü
bir şofördür; hiçbir adresi bulamaz, hatta yabancının doğumuna bile vaktinde
yetişememiştir. Yani iyi bir insan olabilir, ancak “ideal” bir koca ya da baba
değildir. Dahası, babanın ölümü o arabada olmuştur. Üstelik anneyi de yanında
götürerek! Çünkü anne ve baba o arabada yıllarca kavga edip durdukları için,
arka koltuktaki yabancıya göre o araba zaten bir mezardır. Dolayısıyla yabancı,
babasına öfke duyar, ancak ağbisini kıskanır. Bu yüzden anne ve babası öldükten
sonra bir daha ağbisiyle görüşmez. Ta ki ona muhtaç kalana dek. “Güldü
ağbi. “Bana neden düşmansın kardeşim? Söylesene, bana neden düşman olduğunu
biliyor musun gerçekten?” (Ağbi, Sayfa 116)
Yabancının bir başka problemi de,
anne ve babası öldüğü için onlara duyduğu öfke, sevgi ve özlemi dile
getirememesidir. Ancak bastırılmış tüm duygular bir gün mutlaka ortaya çıkar!
Kitabın hemen başında, yabancı daha küçük bir çocukken ailesiyle arabada
gitmektedir. Anne ve baba yabancı üzerinden bir kavgaya tutuşur. Baba arabayı
sağa çeker, tartışma büyür. Ardından insanlar gelmeye başlar. Baba hışımla
dışarı çıkar ve dayak yer. Neredeyse linç edilecekken anne devreye girer ve
oradan uzaklaşırlar. Tüm bunlar olurken yabancı şok geçirir.
Yıllar sonra bir gün, yabancı
sokakta bir polisin linç edilmek üzere olduğunu görür. Hemen oraya gider ve
polisi kurtarır. Ancak onu kendisi döver. Hem de öldüresiye döver ve bu defa
kalabalık grup polisi onun elinden kurtarır. “Düşünüyordu… Polis için “Linç
etmeyin onu!” diye bağırırken babasını mı kastetmişti? Polis aslında babası
mıydı? Öyleyse yabancı kimdi? Önce hayranlık duyup, sonra tiksinmeye başladığı
babası mı? –Yoksa onu böyle mi öldürmek istemişti?” (Sayfa 110)
Peki yabancı neden herhangi
birini değil de bir polisi dövmüştür? Çünkü bu olayda geçen polisi önce bir
TOMA’nın içinde görürüz. Elinde bir kumandayla, bilgisayar oyunu oynuyormuş
gibi rastgele insanları basınçlı suyla vuran polis tüm fallus simgelerinden
yararlanmaktadır. Fallusu bir iktidar, güç simgesi olarak düşünecek olursak,
tank gibi kocaman bir aracın içindeki polis burada dokunulmazlığı temsil eder. (Bombaların
ya da Revolver tarzında birçok silahın penise benzerliği üzerinden de
düşünebiliriz bunu. Bu tarz fallik objeleri “baskı ve güç kurma” olarak okuyan
birçok görüş vardır.) Zaten genel olarak polislere bakacak olursak,
ellerindeki coplar, kaskları ya da şövalyeler gibi giydikleri zırhlar, onların
fallus auralarını oluşturmaktadır. Ancak psikolojiden biliyoruz ki, fallus bir
eksiğin göstergesidir. Asla sahip olunamayan bir iktidarın göstergesi.
(Yabancının da fallusu sıcak havalarda bile “başkalarına karşı” giydiği
paltosudur mesela.)
Bu hikâyede geçen polis karakteri
de kendi özgüvensizliğinden dolayı elindeki gücü tehlikeli ve yanlış bir
şekilde kullanmaktadır. Sonunda TOMA bir sokakta sıkışır ve polis kaçmak için
şoför koltuğundan çıkar, ancak artık “çırılçıplak” kalmış ve savunmasız bir
hale gelmiştir. Dolayısıyla yabancı o anda bu polise kafa tutarken aslında
kendi “baba” metaforuna olan öfkesini dile getirmektedir. Sonuç olarak polis ve
yabancı “dışarıda bırakılmanın şiddeti”nde buluşur. Bu yüzden yabancının polise
vurduğu yumruğunda kendi kanı da vardır. Tam bu noktada polisin baygın suratına
bakarken kendisiyle yüzleşir ve ağlayarak şu cümleler çıkıverir ağzından: “Ne
oldu sana? Nasıl bu kadar kötü olabildin? Kim üzdü seni de kurudu böyle
kalbin?” (Yabancı, Sayfa 110) Bu yabancının polise, babasına, topluma,
ancak en çok kendisine sorduğu bir sorudur aslında.
Ancak yapılan bazı deneyler bize
şu sonucu vermiştir: Bazı insanlar zorbalık yapar, çünkü bunu yapabilir. “Belki
de kötüdür.” dedi. “Kötülük yapıyor, çünkü bunu yapabiliyor. Belki de sadece
kötüdür işte…” (Yabancı, Sayfa 110) Dolayısıyla bütün bunlar ne polisin
ne de yabancının şiddetini meşru kılmaz. İkisi de şiddetin çıkmaz döngüsünde
kaybolur. Yabancı yeni bir “duvar” örmüştür artık. Şiddet çözüm getirmeyeceği gibi,
yeni sorunlara neden olacaktır. Yabancının bitmek bilmeyen vicdan azabı iyice
artacaktır.
Yabancı da Karin de eşit bir
toplum ve adil bir hukuk sistemi istemektedir. Ancak ikisi de bunu sadece
istemektedir. Ta ki bir araya gelene ve birlikte direnişe gitme kararı alana
dek… Karin mülkiyet hırsından arınarak benliğini bulmaya çalışır, çünkü bilir
ki mülkiyet tutkusu iktidar arayışıyla paraleldir. Aidiyet ya da mülkiyete olan
ilgi arttıkça “benlik”ten uzaklaşılır. Mesela Mısır’daki piramitler, Firavun
mumyaları ya da mücevherleri ile gömülen ölüler, ölümsüzlük arzusunun
yansımalarıdır. Ancak tüm yaşayanlar bunun beyhude bir çaba olduğunu bilir.
Mülkiyet, devlet, Mortgage, IKEA… Bütün bunlar Karin için gülünç bir
hiyerarşiden başka bir şey değildir.
Bu açıdan Karin’in daha sıkı bir
sosyalist anarşist olduğunu söyleyebiliriz. Mesela yabancı, direnişte kimliğini
kaybeder ve Karin ona şöyle söyler: “Kimlik kaybetmek için en uygun yer burası!
Ben geçen sene kestim attım benimkini. İhtiyacımız yok ki öyle numaralara,
kayda kuyda falan…” (Karin, Sayfa 76) Ancak Karin de tam anlamıyla
özgür biri değildir. Varoluşçuların paradoksunu yaşar: Özgürlüğü düşünüp durur;
bazen uzanır da ona, ancak bir türlü özgür olamaz.
Çünkü Karin’in babası bir gün
hiçbir şey söylemeden asmıştır kendini. “Biliyor musun, babasının terk ettiği bir
kızı başka hiçbir şey yaralayamaz…” (Karin, Sayfa 92) Bu boşluk ve soru
işaretiyle kalan Karin, babasından ona kalan tek şeye, yarasına sarılır. “Kaşımdaki
şu boşluğu görüyor musun? Bu bana babamdan kalan tek şey oldu. Bana bir defa
vurdu, düştüm ve izi hiç geçmedi.” Ve gülümseyerek okşadı yarasını. “Bütün
bunlar hatıra artık.” (Karin, Sayfa 92)
Bu konuda Perihan Mağden’in yazdığı,
Baba Zula'nın ses verdiği "Babasız Kızlar Balosu" şiirinden alıntı
yapmak istiyorum. Unutmamalı ki şiir psikanalizden de önce vardı. “Babalarının terk ettiği kızlar,
kötülüklerinde cömert, aşklarında hazin ve güvenilmezdirler / Kaçmayı en iyi
biz biliriz / Ey sevgili sıkıysa bak gözlerime / Taşa çeviririm seni, mum gibi
eritirim / Çocukluk acıları pazılarımdır benim / Ah ben ne güçlü ne unutkanım
bilemezsin / Babanız sizi sevdi de ne oldu? / Korkak, kör ve bok gibisiniz.”
Bu noktadan sonra daha fazla bir şey söyleyemeyeceğim, çünkü kitabı okumayanlar için
spoiler vermek istemiyorum. Ancak şu ana dek okuduğunuz kadarıyla, kitabın
devamında olacak olan olayları ve hikâyeye dâhil olacak kişileri de bu gözle yorumlayacağınız için, endişe duymaksızın yazıyı burada bitiriyorum.