24 Nisan 2009 Cuma

Bir Ekleme


2008'in 10. ayında yazdığım ''Doğmamış Çocuğa Mektup'' adlı yazıma şu cümleleri de ekledim, bilginize.

Sana çok sevme, deli âşık olma niye nasihat çekecek cahil, bilinçsiz insanlar olacaktır.

Onlara ‘’he de geç’’ yavrum ama sen sen ol ve asla aşkı küçümseyip de nice duygulardan kendini mahrum etme.

Damlara, çatılara çıkacak kadar çok sev ve sevdiğinin saçının bir teli için bütün lükslerinden vazgeçebilecek kadar sevebilmesini bil.

Çok seven bir platonik olacak olursan bir gün, kavuşamayacağını değil de kavuşacağın günü düşün çünkü gerçekten çok seversen, bil ki o artık senindir çocuk.

Benim dedem, senin büyük büyük baban bir çiftçiydi evlat ve hayatla böylesine dişe diş bir mücadele içinde yaşadığından olsa gerek suratından, mimiklerinden bilgelik akardı.

O bilge suratıyla bana hep ‘’kimseye ve hiçbir şeye kendi yaratacağın devin küçük, basit kurbanı olmadan ve önyargısız bir şekilde yaklaş ve çok oku derdi.

Öyle ya gelen ilk vahiy bile ‘’oku’’ diyordu. Önce bir oku, araştır…

Bense bugün sana, annenle geceler boyu sevişmemizin bir ödülü olan sana, tavsiyeler veriyorum, zaman oldukça çabuk geçen bir kavrammış bunu anlıyorum ve evet, seni tanrının bir mükâfatı olarak görüyorum.

Sen henüz başlangıcın bile başındasın evlat.

İlk defa sevdiğin çocuğu ya da kızı öpeceğin günü ve o günün gecesinde bedeninin her bir tarafına yayılacak olan o mayhoş şaşkınlığı şimdiden görebiliyorum.

Ve sinirden ağlayacağın ya da mutluluktan dans edeceğin nice günlerini.

Heyecanlar şehvetlere, ağlamalar gülmelere, kızgınlıklar umarsızlığa ve gündüzler gecelere dönüşecek, gidecektir.

Bu değişken süreç içinde insanlar sen düşünebildiğin sürece seni çok şaşırtacaklardır ama sen onları çok da önemseme.

Çoğu neyi neden söylediğini bile bilmez.

Hepsi yüzyıllardır farklı dinler ve inançlarla tanrıya ulaşmayı denemiş, durmuştur.

Onlar belki sana da günde beş defa aynı kelimeleri tekrarlaman için baskı yapabilirler fakat şunu unutma ki sen tanrıyı göklerde, yıldızlarda, tapınaklarda, camilerde ya da kiliselerde vs. değil, içinde bulacaksın.

Bundan kuşkun olmasın ki var oluş ve yaratan içimizde bir yerlerdedir ve bizler bu dünyada gelip geçici gölge varlıklarızdır, biz gideriz ve her şey, hey şeyden önce de olan ve her şeyden sonra da var olacak olan yaratanda kalır, hatta zaten görüp seveceğin ya da kızacağın her şey onundur.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Tanrının Egemenliği

Bazı rivayetlere göre insanoğlunun ilk ortaya çıkışından bugüne kadar 60 milyar kadar insan yaşamış ve ölmüş.
Kıyamet günü Perslilerden, Osmanlı'dan ve uzay çağından insanların olacağı bir ortamı aklınız alıyor mu?

İncil, Kuran ve Tevrat gibi birçok kitap ve Dünya üzerinde onlarca din varken, aralarından en doğrusunu bulup yaşantımızı ona göre şekillendirebilmemiz istenmiş bizden. Üstelik bahsi geçen kitaplar birbirlerini tamamlayan değil, aksine birbirleriyle çelişen kitaplarken.

İncil her zaman için kendi dinini farklı kılmış ve diğer inanışları küçümsemiştir, hatta Hıristiyanlar Kuran-ı Kerim’e ve Hz. Muhammed’e inanmamaktadırlar. Dünya’da iki milyar kadar Hıristiyan’ın ve 1,3 milyon kadar da Müslüman’ın yaşadığını biliyoruz. Bunca insanın inanışlarındaki bu uçurum ve anlaşmazlık gerçekten çok can sıkıcı bir durum haline gelmiştir.

Bu çelişkilerle ilgili olarak Kuran-ı Kerim’de şöyle ayetler yer almaktadır;

(Allah indinde yegâne din ancak İslam’dır.) [Al-i İmran 19]
(İslam’dan başka din arayan, bilsin ki, o din asla kabul edilmez.) [Al-i İmran 85]
(İsa’ya, Allah diyenler kâfir olmuştur. Hâlbuki Mesih, "Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin" demiştir. "Allah üçün üçüncüsü" diyenler de kâfirdir.) [Maide 72, 73]
(Allah, Resulünü, hidayet ve hak din, İslamiyet’le gönderdi. İslam dinini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselamın hak] Peygamber olduğuna şahid olarak Allah yeter.) [Feth 28]

Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın bozulmuş batıl bir din olduğunu bu ayetlerden çıkartmamız istenmiş bizlerden. Ne de olsa Kuran-ı Kerim içinde geçen ayetlerde belirtilenlere göre değiştirilmemiş ve ilahi güçle korunmuş bir kitaptır.

İnsanın sorgulayası geliyor, aynı tutum ve özen neden diğer kutsal kitaplarda gösterilmedi de böylesine değişik inançlar türedi ve belirsizlikler ortaya çıktı diye…
Yoksa tanrı kutsal kitapları arasında fark mı gözetti?

Şuan için sadece iki inanış biçimlerini ele almamın sebebi Dünya’da en çok taraftarı bulunan inanışların bütün bu çelişkilere rağmen Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın olmasındandır. Oysa Dünya’da daha irdelenmesi gereken onlarca din ve onlara has inanış biçimleri vardır.

Herkesin bir şekilde tanrıya ulaşmanın yollarını aramakta olduğunu hala yenileri çıkmakta olan inanış biçimlerinden anlayabiliriz.

Tanrı bu yoğun ilgiden memnun mudur yoksa bütün bu arayış ve devam eden belirsizlikten rahatsız mıdır acaba?

Herkesin tanrısı başka.

Ben yapılan kötülükler ya da edinilen kötü tecrübeler sonucunda tanrının insanları cezalandırmak amacıyla kaynar kazanlara atacağına inanmıyorum.
Kafamdaki tanrı profili böylesine acımasız değil.

Üzerinde yüzlerce kitabın yazıldığı, filozofların kafa patlattığı tanrı kavramı konusunda hala net bir sonuç yok.
Belki de tanrıyı değil de dinleri ve inanışları incelemek gerekir.

Ben bu konuda hep, yüzyıllar önce hem düzeni sağlamak, kötülükler yapıldığı takdirde insanların gözlerini korkutmak hem de bu düzeni sağlarken insanları manevi yönden de rahatlatmak için dört beş kafadar adamın yuvarlak bir masada bütün bir gece düşündükten sonra tanrı diye bir kavramı ortaya attığını düşünürdüm.

Bazen öylesine merak ediyorum ki ölümün ve tanrının nasıl bir şey olduğunu, hemen kendimi öldürmek ve neler olacağını görmek istiyorum.
Sonra yaşamam gereken koca bir hayatımın olduğu geliyor aklıma ve vazgeçiyorum.
Şarkılardaki gibi ‘’şeytanı neden yakmadın cehennemin varsa senin?’’ diye sorası geliyor insanın.

Bizler aslında iki karşı varlığın zıtlaşması ve kavgası sonucu kime daha çok gelecekler diyerek başlattıkları bir oyunun parçası mıyız?
Peki, biz tanrının çok önceden belirleyip de yazdığı bir hayatı, bir kaderi mi yaşıyoruz yoksa yaşayacaklarımızı biz belirliyoruz da işin sonunda mı kadere dönüşüyor?
Yarın yapacağımız her şey tanrının dünden ayarladığı bir kurgu mu yoksa hayatımızdaki rastlantılar onun için de mi sürpriz?
Kafamızda bu kadar soru işareti çözümlenemeden dururken, yaramazlıklarımızdan dolayı yanmayı gerçekten hak ediyor muyuz?
Yoksa biz de günahlarımızdan kurtulmak için soru işaretlerinden mi medet umuyoruz?
Her şey sınama ve irade üzerine kurulduysa kendimizi yaşarken nasıl mutlu kılabiliriz?
Kaçamaklarımız ve ufak yaramazlıklarımız olmadan hayattan nasıl zevk alabiliriz?
Varlığından kesin olarak emin olmadığımız bir değere nasıl sahip çıkabilir ve tüm yaşantımızı ona göre değiştirebiliriz?

Belki de bütün bu bilinmezlik ve düşünce kaosudur tanrıyı tanrı yapan değerler. Yani bütün evrende kabul görmüş tek ve net bir tanrı kavramı olsaydı tanrının sınama gücü ne işe yarayabilirdi ki?

Tanrının aranacağı ve aranmayacağı yerler vardır. Genelde çok güzel manzaralarla karşılaştığımızda, o manzaranın sonlarında bir yerlerinde ararız tanrıyı. Bunun sahibi odur ve o da o büyüleyici manzaranın en güzel yerindedir diye düşünürüz.

Bulutlarda, güneşin ışığında olduğunu düşünürüz tanrının ama yoğun bir trafikte tanrıyı aramayız. Onu oraya yakıştıramadığımızdan dolayı olsa gerek.

Yani tanrıyı doğa ile bütünleştirebiliriz. Gördüğümüz en güzel manzaradır tanrı. Bu manzaranın çok kudretli bir sahibi olmalı diye düşünürüz çünkü. Zaten ilk insanlar da güneşi, ayı ve yıldızları tanrı yerine koymuşlardır.

İnsanoğlunun içgüdüsel bir yanılgısıdır tanrıyı bulutların arkasında, taşların altında vs. araması, onu bir yere koyması ya da ona bir isim verme çabasında olması. Hâlbuki tanrı içimizde bir yerlerdedir her zaman. O, biz beş yaşlarındayken elinde asasıyla dolaşan aksakallı bir dedeydi ve sadece gökyüzünde bulunurdu. Şimdi ise durumlar değişti.

Çok mutlu bir haber aldığımızda hemen tanrıyı koyarız o haberin içine. Onu ve onun nurunu. Oldukça olumsuz bir haber aldığımızda da acizliğimizden ötürü lanet ederiz kendisine. Varlığından ya da yokluğundan dahi tam olarak emin olmasak bile ona karşı bencil ve ikiyüzlüyüzdür çoğu zaman.


Guido Ubaldus adındaki bir matematikçi sayılar üzerinden tanrıyı bulabileceğini düşünmüş ve aşağıdaki işleme ulaşmış;

0= 0+0+0+0...
= (1–1)+(1–1)+(1–1)+...
= 1–1+1–1+1–1+...
= 1+(-1+1)+(-1+1)+(-1+1)+...
= 1+0+0+0+... =1


Yaptığı bu işlem sonucunda bir şeyi yoktan var edebilmenin mümkün olabileceği kanısına varmış ve tanrıya inanmaya başlamış.

‘’Öyle kolay bir sanat değildir uyumak. Onun uğruna bütün gün uyanık durmak gerekir’’ demiştir ya Nietzsche işte tanrıyı bilmek de böyle büyük bir iştir. Ama önce ölmek gerekir. Onu bulacağım diye de yaşarken ölmemek lazım çünkü tanrının varlığı ya da yokluğundan da önemli olan bizim var olmamızdır.

Gerçekten şaşırtıcı bir paradoks.
Bazılarının onun varlığından emin olması, bütün hayatını ona ve kurallarına göre şekillendirmesi ve gene büyük bir kesimin onun varlığından böylesine şüphe duyması.
‘’Gören göz bir damla suda tanrıyı görür’’ demiştir Mevlana ve tanrı konusundaki fikir ayrılıklarının insandan insana nasıl değiştiğini belirtmiştir.

Okyanusta yüzen küçük bir balığa nerede yüzdüğünü sormak mantıksızdır. Ben ve benim gibi bu konuda bu kadar kafa yoran insanların yaptığı şey de bu aslında. Olayı daha da araştırmaya çalıştıkça daha çok belirsizliğe gitmek…

Allah, Hz. Adem’i yarattığında burnuna kendi nefesini üfledi, Hz. Adem can buldu ve canının içerisine Allah kendi nefesini koydu, Allah’ın bir parçası insanın içerisinde kaldı, yani mutlak olan insan kendi içerisinde Allah’ı buldu ve onunla bir oldu.

Yani sonuç olarak şunu diyebiliriz ki;

Eğer tanrı sonsuz ise ve gücü kudreti her şeye yetebiliyorsa bilgisi de sonsuzdur, bu durumda bizler ne kadar çok bilgi sahibi olursak o kadar tanrıya yaklaşmış oluruz ve bu durum da bizi ‘’Enelhak’’a ulaştırır... (Enelhak tüm kâinat Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah her yerdedir ve ben de bu kâinatın bir parçasıysam Allah benim de içimdedir, bende de Allahtan bir parça vardır. Bu durumda ben Allahın bir parçasıyım düşüncesidir.)

Aslında hepimiz birer tanrı, birer ilahız.
Birbirimizin tanrılarıyız.
Başka hayatlara girip çıkıyor, insanları kâh güldürüyor kâh ağlatıyoruz.
Kimilerinin her an akıllarında olan kimilerinin de hiç umursamadığı tanrılarız.
Dua edip sığındığımız bir güç var çünkü başkaları da geceleri bizim için dua ediyor.
Başkalarının var olma sebepleri, gözyaşlarının nedenleri ve mutluluklarının bir parçasıyız.

Kim bilir belki de yüzyıllardır bir rüyanın içindeyizdir...

4 Nisan 2009 Cumartesi

Son Haftalarıma Dair

Aylar oldu blogumu güncellemeyeli. Tamam, abartmış olabilirim aylar derken fakat oldukça boşladım buraları bu aralar.

Deli gibi film izliyorum bu aralar. Hemen hemen her güne güzel bir film sığdırma telaşı içindeyim. Hatta Fight Club'ı ilk defa izleme şansı yakaladım dün. Amatörce fotoğraf çekimlerine de devam ediyorum. Kendime daha çok vakit ayırıyorum diyebilirim. İki-üç tane yeni yazı da yazdım bu süreç içinde fakat artık daha fazlasını internet ortamında paylaşmak istemiyorum.

Bu arada kitap Ekim ayının ilk haftasında çıkıyor ve ismi gene karar değiştirmezse yayınevi Erdal Eren'in son mektubundan yola çıkarak ''Ben Hep 17 Yaşındayım'' olacak. ''yaşındayım'' mı ''yaşımdayım'' mı konusu hakkında nesnel bir bilgisi olanlar bana mail atarsa sevinirim ayrıca.

Nasıl da özlemişim güneşin derimi yakacak kadar ısıtmasını, altına uzanıp da kısalı uzunlu bilinç kayıpları yaşamayı... Yaz geldi artık Nisan'ın ortalarına yaklaştık. Sahi ne çabuk geçti gene bu aylar?! Yaz ayı için çok güzel planlarım var. Ege kıyılarını dolaşacağım sırtımda çantam ile. Küçük pansiyonlarda kalıp, kafamı dinleyeceğim. Belki de bir ara deniz kıyılarında çayımı içerim sessizce. Temmuz gibi çıkacağım yollara, Türkiye'yi daha doğrusu Ege kıyılarını ve Akdeniz'i yaşayacağım.