2 Aralık 2009 Çarşamba

Aytuğ Akdoğan - Ben Hep 17 Yaşındayım


Kitap çıktı!

''01 Aralık Salı - 2009 tarihi itibariyle Aytuğ Akdoğan'ın Ben Hep 17 Yaşındayım adlı deneme kitabı tüm D&R'larda ve İmge, Remzi, Alkım, Kabalcı, İnkılap, Mephisto, Nezih, İstiklal, Dost gibi büyük kitabevlerinde satışa sunulmuştur. İdefix, Kitapyurdu gibi online kitap satan internet sitelerinden de temini mümkündür. Bu kadar beklettiğimiz için üzgünüz, iyi okurlar.''

İlk kitabım olan ve Aralık 2009'da çıkan Ben Hep 17 Yaşındayım adlı kitabım, içinde kısalı uzunlu yazılarımı barındıran, 140 sayfalık, Erdal Eren’e ithaf ettiğim bir deneme kitabı.

17’sinde bir gencin gözünden dünya var içinde. Onun kaygıları, hayalleri, hedefleri var. Aşık olduğu kızlar, gittiği yerlerde gördükleri, tanıştığı insanlar var. Din felsefesi ve sosyoloji de var. İlişkiler ve toplum da var. Siyaset yok. Mizah yok.

6 Eylül 2009 Pazar

Hiçliğe Övgü

son yazım medeniyetin -kendi hayatımdan da yola çıkarak kaleme aldığım- körelttiği aile ve toplum ilişkileri üzerine. kitaba da ekledim, bence güzel de oldu. afiyet olsun.


Hiçliğe Övgü

Bizim çok büyük bir evimiz vardı.
İçinde de dört tane televizyon.
Fakat bir şeyler ters gidiyordu.
Evimiz ve odalarımız büyüdükçe duygularımız küçüldü sanki.
Televizyondaki diziler, programlar iletişimimizi daralttı.
Medeniyet ise ufkumuzu ve bilincimizi köreltti.
Totaliter toplum bizi de aynı onlardan birisi gibi yaptı, kalıplara soktu ve o eski keskin hayal gücümüzü bile sınırlandırdı.
Evimiz çok büyüktü, çok paramız vardı bizim.
Para bizi gereksiz yere sorumluluk sahibi insanlar haline getirmişti, sözde de güçlü ve önemli.
Onu nasıl değerlendireceğimiz ve nasıl daha çok elde edebileceğimiz hakkında endişe ederek o gereksiz sorumluluktan ötürü birbirimizi yemeye başladık.
Daha çok şeye sahip oldukça lükslerimiz artıyordu. Lükslerimiz arttıkça sahteleşiyorduk ve artık biraz sakinleşmek yerine daha çok, daha çok istiyorduk.

Ben, herkesin odasına ortalama bir televizyonun düştüğü fakat içinde bir tek kitaplığın bile bulunmadığı büyük ve zavallı bir evde büyüdüm.
Yıllar önce hep beraber çekildiğimiz, yıllardır hiç değişmeyen, haliyle epey eski çerçevelerin içinde bulunan fotoğraflarımız vardı. Fotoğrafları çektirdiğimiz gün ortaya çıkacak fotoğrafların boyutlarına göre çerçeveleri heyecanla hemen oradan almış olmalıydık. Zaten yeni, renkli ve gösterişli bir çerçeve içine doksanlardan bir fotoğraf koymak oldukça ironik olurdu. Bu yüzden kıldan tüyden huylanan birisi olmama rağmen o çerçevenin tozlu ve pis görüntüsüne pek aldırmıyordum herhalde.
O malum çerçevelerin içindeki eski bize baktıkça, birbirimize eskiden ne kadar bağlı olduğumuzu, benim babama, annemin de abime nasıl kenetlendiğini gördükçe şaşırırdım.
Fotoğraf ve formalite icabı bir bağlılık değildi oradaki, bilirdim.
Bugün neydi bizde eksik olan da böylesine ayrı düşmüştük birbirimizden diye hayıflandım.
Ve hayatımızdaki fazlalıkların döngü içinde bize eksiklik olarak yansıdıklarını fark ettim.
Başka insanların bizden parayla satın alabilecekleri her şeyi gözümün önüne getirdim. Sahip olduğumuz her şeydi bunlar. Midem bulandı, biraz kustum. Sonra kaçmak istedim. Herkesi ve her şeyi geride bırakmak. Annemi, evimizi, televizyonlarımızı, üç yastıkla uyuduğum rahat fakat yalnız yatağımı, hırslarımızı ve yıllar içinde kompleks edindiğimiz nice şeyi.
Bir vahşetin içinde daha fazla körelmek yerine kaçarak ama asla unutmayarak yeniden başlamayı getirdim gözlerimin önüne. Manzara iyi görünüyordu.
Gittim ben de.
Ve döndüm bir süre sonra.
Zihinsel olarak her şeyi geride bırakıp ileriye doğru yol almaya hazırdım fakat fiziksel olarak ben hala annemin biricik oğluydum o yaz da.
Bundandır ki birkaç sene daha hazır ve avare konumumu korumaya karar verdim.
Geri döndüğümde her şeyin daha farklı olacağını amaçlasam da, on yedi yıldır taşıdığım bedenim rahata epey bir alışmış olduğu için her şey hiç değişmedi.
Yani anlayacağınız, çoğunlukla olduğu gibi gene direnmek ya da yaratmaktan çok ayak uydurmaya devam ettim. Ki bu haliyle hiç zor olmadı.

Diyeceğim o ki; Öyle büyük evin, dört tane televizyonun, elinin altında son teknolojinin en avare aletleri olmayacak arkadaş.
Aslında medeniyete kimsenin ihtiyacı yoktur. Tek sorunumuz bugüne kadar ona fazla alışmış olmamızdır.
İnsan dediğin elinin tersiyle geri çevirmelidir pahalı kıyafetleri, telefonları, şampuanları, interneti… Ama kolunda bir saati olmalıdır mesela. Zamana ve insanlara kıymet vermelidir. Bizde bulunan fakat bizden başka da herkesin bizden ya da bir başkasından parasıyla satın alabileceği her şey bize fazlalıktır.

Bir insanın hayalleri ve fantezileri uçlarda olmalıdır. Teknoloji, medeniyet ve para insanlara aptal bir sorumluluk yükler. Gariptir ki bütün bunlar insanoğlunu miskin ve avare de yapar.
Sade bir doğa ve mutlak bir hiçsizlik insanın ilk yüzyıllardan bu yana beraberinde getirdiği fiziğine ve zihnine tam uyar. Hiçsizlik ve doğrular büyük bir bilinçlenme ve arınmayı da beraberinde getirir. Yani tamamen doğada ve sadece onun şartlarına göre yaşamını sürdüren bir insan her şeye sahip, tamamen özgür bir insandır. Ve işin en önemli tarafı kimse miktarı ne olursa olsun parasıyla o yaşantıyı o insandan alamaz. İşte buna kimsenin parası yetmez…

Aslında Eddie Vedder Toplum isimli şarkısında benim size anlatmak istediğim birçok şeye o samimi kalemiyle dokunmuştu benden önce.
Diyordu ki;

‘’Sana göre sen ihtiyacından fazlasını istemek zorundasın. Her şeye sahip olana kadar özgür olamazsın.
Sahip olduğundan daha fazlasını istediğin zaman ihtiyacın kadarını düşün.
Para için yaptığın her sayı, seviyeni düşürür.
Toplum, sen çılgın bir türsün. Yapayalnız değil bensiz olmanı ümit ederim.

Gidin buralardan.
Gitmeliyiz buralardan.
İnsanların sohbetlerine, bedenlerine ya da onların hazırlayacakları yemeklere, kapıcının getireceği ekmeğe ya da hemen hemen her gün istemeyerek gittiğiniz okulunuza ya da işinize gerek yok.
İletişim için telefonlara, ulaşım için arabalara ya da gösteriş için daha çok paraya da ihtiyacınız yok.
‘Bu benim bilinçsiz ve bencil olarak geçireceğim son yılım’ deyin kendinize ve bir gün gerçekten vakti geldiğinde alın çantanızı ve ona yaklaşın.
Doğaya…

4 Eylül 2009 Cuma

Kingo Disco

Anlayacaksın ki yalnız değilsin, senden önce başkaları geldi buraya,
kimsenin geri dönmediği eğlence treninin ilk yolcusu değilsin, ne de son olacaksın.
Dikkat et çok heveslisin ama bende son bulacaksın.

Gel yavrum gel diskoma gel
Giy ışıklı botlarını çek latex montunu gel
Çizgili çoraplarını, panjurlu gözlüklerini halka küpelerini en cool triplerini
Tak! Tuk! Tak! ..... Tak da gel

Herkes gibi girebilirsin diskoma kapıdakine gülümse yeter
Cebine bi’şey koyma o sana saygıyla buyrun der
Kapıda duranlar bilmez içerde ne olduğunu
Bu yüzden kapıda dururlar, yaşamak için
Daha çok kişi alın içeri daha çok doldurun diskomu

İçerdeki ışıklar alacak gözlerini bi parlatacak beyaz dişlerini
en karanlık noktada ne olduğunu merak ederken dans edenlerden biri kulağına eğilerek
yüksek desibelde anlayamayacağın sözler bağıracak
"Hadi Git" diycek "Hadi Git Daha Çok Mutlu Olacağın Yere"…

20 Ağustos 2009 Perşembe

Başımı biraz belaya sokacağım seninle

Senin için farklı düşüncelerim var sevdicek.
Genel olarak hissettiklerimden farklılarını hissettirebildiğin için bana.
Başına buyruk kalbimi daha da bir kirleteceğim biraz aşk ile.
Bir süreliğine seninle yıkanacak ve akça pakça gezeceğim belki,
Ama biliyorum ki bu işin sonunda daha uzun vadede daha da yalnız ve pis birisi olacağım.
Zaman zaman aklıma düşecek yeniden yüzün ve midem ağrıyacak senin yüzünden.
Senin bana ve yaşadıklarımıza olan kayıtsızlığından ötürü biraz sinirleneceğim belki de sana.
Ama senden sonra katlanmam gereken şeyleri bu aralar pek de umursamıyorum.
Çünkü senin için farklı düşüncelerim var sevdicek.
Başımı biraz belaya sokacağım seninle.
Seni yaşamam için beni üzmene izin vermem gerekse de, al bu kalp senindir artık bebeğim.
Belki bu sefer mutlu oluruz gerçekten.
Kim bilebilir bütün bir döngünün aslında sadece bu zamanda bizi birleştirmek için var olmadığını?
Bende senden, sende de benden büyük parçalar bulunmadığını?
Senin yapbozunun eksik parçalarının bende, benim yapbozumun da kaybolduğunu sandığım parçalarının sende olmadığını?
Biraz sarhoş olmalıyım…
Bu sefer kaçmayacağım hiçbir şeyden ve ayrılsak bile gitmeyeceğim buralardan buralardaki anılarımıza inat, sensizken de var olabilmesini becereceğim. Sırf bir gün aynı senin gibi biriyle daha ya da bir umut yeniden seninle olabilmek için. Hayat umuttur.
Hayatıma bu şekilde girmene izin vermeme rağmen benden vazgeçmene bile kızmayacağım.
Ya diyeceğim. Ya hiç girmeseydin hayatıma? O zaman ne yapardım ben?



28 Temmuz 2009 Salı

Ben Hep 17 Yaşındayım

Kitabın önsözünü, sonsözünü ve arka kapağını da vereyim bari buraya. Bir onlar kalmıştı zaten nete düşmeyen =) Sık sık belirtiyorum şimdi hazır blogcanın en üstüne gelmişken tekrar yazayım;

Kitap Ekim ayının sonlarında beş bin basım ile bütün kitapçılarda olacak! ''Ben Hep 17 Yaşındayım.''

Önsöz:

Arayışlara, sevmelere, var oluşa, doğaya, tanrının ‘’bir’’ligine ve düşünebilen, sorgulayabilen insanlara ithaf edilmiştir, sadece onlar için yazılmıştır.

Ve tabiî ki aynı yaşta olmamıza rağmen çok farklı hayatlar yaşamış olduğumuz ve gene benim yaşımda olmasına rağmen idam edilmiş olan Erdal Eren’in yaşayamadıklarına ithaf edilmiştir.

Bakmayın siz yaşıma ya da görünüşüme, okuyunuz, okutunuz.

Sonsözde görüşmek üzere…

Sonsöz:

Onlar fark edemezler diyerek başladığım kitabımı nasıl bitireceğim hakkında en ufak bir fikrim bile yok. İstediğiniz ya da beklediğiniz şeyleri yazıp yazmadığımdan da emin değilim, tek bildiğim içimden geldiği gibi yazdığım. Bence olması gereken de bu olduğu için seveceksiniz yazdığım bu kitabı. Beğenmediyseniz baştan okumalısınız, gene beğenmeyecek olursanız, başaramamışımdır…

Ben bu yola ‘’Romanımı yazsam hayatım olur’’ diyerek çıktım. Aslında bir gün ailecek gittiğimiz kampın birinde kızın birine fena tutuldum, konuşamadım, o gün yazmaya başladım. Ve ortaya 17 yaşın masumiyeti, arayışı ve şehvet düşkünlüğü çıktı. Aşkın artık bir şehvet düşkünlüğünden fazlası olmadığını düşünüyorum zaman zaman. Yani sevgiliyle beraber uyumak, sevgiliyle beraber banyo yapmak, sevgiliyi bacak arasına alıp uyumak. Hepsi birer arayışın meyvesi, maksat tatmin olmaya çalışmak.

Yahu tamam tabiî ki şaka yapıyorum! Bu aralar gene yalnızlık içindeyim, saldıracak bir şeyler arıyorum haliyle. Bütün bir kitap size aşk şöyle güzeldir, böyle bir sarhoşluktur diye anlattım, şimdi tükürdüklerimi yalayacak değilim. Aşk falan güzeldir, yaşamak lazım. Karşı taraf zaten bizi anlayabiliyorsa uzun da sürer güzel de gider o ilişki, hadi kendinize iyi bakın. 19. yaşımda da okunmak üzere…

Kitabın arkasına gelecek yazı:

İstediğiniz ya da beklediğiniz şeyleri yazıp yazmadığımdan emin değilim, tek bildiğim içimden geldiği gibi yazdığım. Bence olması gereken de bu olduğu için seveceksiniz yazdığım bu kitabı. Beğenmediyseniz baştan okumalısınız, gene beğenmeyecek olursanız, başaramamışımdır…
Ben bu yola romanımı yazsam hayatım olur diyerek çıktım. Aslında bir gün ailecek gittiğimiz kampın birinde kızın birine fena tutuldum, konuşamadım, o gün yazmaya başladım. Ve ortaya 17 yaşın masumiyeti, arayışı ve şehvet düşkünlüğü çıktı.

Aşk için çok şey söyledim. Çoğu da zaten önceleri söylenmiş şeylerdi. Aşk bir hastalıktır, zaaftır, alışkanlıktır falan. Bence hepsinden de öte bir sarhoşluktur. Tadı güzel bir içkiyle sarhoş olabilmenin ayrıcalığıdır aşk. Kusması bile zevklidir o içkiyi. Sonunda kusacağını bile bile midene doldurursun o içkiyi. Herkes düşer bu paradoksa çünkü herkesin biraz kafayı dağıtmaya ihtiyacı vardır. Ama diyorum ya kusarken bile bir şeyler hissedersin. Farklı bir şeyleri içerir o hisler, farklı olduğu için tatlı gelir insana.

O içkiden hiç içmeyen sözde bilinçli insanlar vardır. Sağda solda içkinin, kusmanın zararlarını anlatırlar bir aptal gibi. Onlar evlerine sadece anahtarlarıyla girebilirken, her akşam yemeklerini yalnız yerken ve yataklarına tek başlarına uzanırken içlerine doğru kusarlar aşağılıklarını fakat farkında bile olmazlar. Bütün bunları herkes bir dönem yaşamış olmalı ki, insanlar içerler o içkiyi, vakti dolunca herkes kusar aşkını ve herkes çıkardıklarının o hayal kırıklığı yaratacak görüntüsüne rağmen yeni içkiler denemeye devam eder. Etmelidirler çünkü. Ta ki sarhoşluklarının sürmesine rağmen kusmayacakları ve kendilerine iyi gelecek bir içki bulana dek…

Aşk işte böyle bir arayıştır…

Gelecekteki Sevgiliye Mektup


Sevgili sevgilim.

Sana bu mektubu sen şimdi çok uzaklardayken ve ben ne yazık ki seninle henüz tanışmamışken yazıyorum.
Sana seni her daim mutlu kılacağıma dair bir söz verirsem hata yapmış olurum.
Sen beni henüz belki tanımıyorsun ama ben ancak mutlu iken başkalarını mutlu edebilirim.
Yani bu biraz da senin bana vereceğin mutlulukla alakalı.
Fakat ben bazen bana vereceğin her şeyin hakkını veremeyebilirim.
Böyle durumlarda bana kızma, çok da keyifli bir ailem olmadı benim. Aşkı küçük yaşta anne ve babamda değil sokaklarda öpüşen çiftlere imrenerek fark ettim.
Hayatıma olumlu olumsuz çok şey katacağını düşünüyorum.
Bu kısa bir sarhoşluk, uzun vadede daha da büyük bir yalnızlık ya da sadece cinsel birleşimler olabilir.
Hayat o kadar karmaşık bir hal alabilir ki, bir gün belki senden bile sıkılabilirim.
Bazı günler senden kaçmak isteyebilirim ya da ansızın sana sarılıp uyumak.
Böyle durumlarda benden korkacak gibi olursan…

Tanrı, benim sana en çok ihtiyacım olduğu zamanda verecektir seni bana.
En azından bu içgüdüsel düşünce benim seni sabırla beklememi sağlıyor.
Anlatabiliyor muyum senin benim için olan önemini?
Sensizlikten yani acizlikten bir salak gibi tanrıyı katıyorum cümlelerimin arasına.
Yoksa daha klasik yoldan ‘’Seni seviyorum aşkım bebeğim’’ mi demeliydim?

Biz birlikteyken her şeyin üstesinden gelebiliriz.

Belki birbirimize çok güzel çok pahalı hediyeler alamayabiliriz ya da ben seni sana kendini çok ünlü çok önemli birisiymiş gibi hissettirecek yerlerde yemek yemeye götüremeyebilirim. Ama el ele dünyayı dolaşabiliriz mesela. Elimizde bir harita bile olmadan her yeri gezip kaybolmayı göze alabiliriz sanki. Evet, evet birlikteyken böyle şeyleri deneyebiliriz. Belki bir ara hiçbir insanın barınmak istemeyeceği bir yerde çadır kurup içinde ve dışında günlerce yaşamayı deneyebiliriz. Ve emin ol artık mutlu da olabiliriz, sen ve ben artık ‘’biz’’ olmuşken.
Her sabah ilk kalkan öbürünü öperek uyandırabilir mesela. Hatta bu bir adet, gelenek görenek ya da kalıcı olması için daha ne gerekiyorsa ondan olmalı.
Senden bu tür çılgın deneyimlerde benimle olmanı istersem ve böyle durumlarda benden korkacak gibi olursan…

Dur daha söyleyeceklerim bitmedi.
Dedim ya anne ve babam kadın erkek ilişkilerinde bana pek iyi örnek olmadılar diye, işte bazen istemsiz olarak bana en çok yansıyan o kadın erkek ilişkisinden ötürü yılların acısını senden çıkartmayı deneyebileceğim zamanlar gelecektir.

Böyle durumlarda benden korkacak gibi olursan…
Bu tür zamanlarda benden ayrı gitmek isteyecek gibi olursan, anlarım seni sevgilim. Anlarım seni ve zaten seni senden önce ben ayırırım kendimden. Hatta senin ruhun bile duymadan sana başka ve daha olgun yeni bir ‘’ben’’ bile bulmaya çalışabilirim. Sırf ben, seni benden uzaklaştırdım diye yas tutmaya başlayacak gibi olurken seni çok sevdiğim için bir de senin beni artık düşünmemen için yaparım bunu.

Anlatabiliyor muyum senin benim için olan önemini?
Yoksa daha kısa yoldan ‘’Seni seviyorum aşkım bebeğim’’ mi demeliydim sana?
Sahi, mutlu olur muydun o zaman?
Kusura bakma, sen benden bunu beklesen bile ben aşkı ve hislerimi böylesine zavallı kısa yollarla anlatamazdım sana. Zaten beni biraz anlayacak gibi olsan, sen de yetinmezsin seni seviyorumlarla.

Gelecek zamana geçmişten yazılmış bir yazıdır bu. İçinde kaygılarımı da hayallerimi de barındıran. Henüz seninle hiç tanışmadan ama bir gün mutlaka beraber olacağımızı bilen benim, sana seni daha tanımadan bile neler yazabileceğimi gösteren bir mektup.

30 Haziran 2009 Salı

İstanbul Böyle İşte



oluyor sanki bu iş. fotoğrafçılıktan bahsediyorum. eskiye nazaran daha bakılabilir şeyler yakalayabiliyor gibiyim. bu iki fotoğraf sevip de kavuşamayanlara gelsin. üzerlerine tıklayıp büyük hallerine bakabilip arka planınıza koyabilirsiniz. zaten biliyorsunuz bütün bu anlattıklarımı. neyse uzatmı-cam! herkese iyi bronzlaşmalar. ok kib by asl pls mucx

29 Haziran 2009 Pazartesi

Poker Masası


Hepimiz oynamayı küçük yaşlarda bazı şeyleri görerek, hissederek ya da sadece denk gelerek öğrendik aslında. Yani pokerin nasıl bir oyun olduğunu hepimiz biliyoruz. Fakat her şeyi yaşayarak öğrenmek istiyoruz. Çok kazanmayı, kaybetmeyi, kaybedişin ardındaki yalnızlığı ve daha çok kazanma hırsını yaşayarak öğrenmek istiyoruz.

Hayatı poker masasıyla özleştirebiliriz.

Masaya ilk oturduğumuzda elimizde masadaki herkesin küçümseyeceği kadar az bir para vardır ve biz hafif şaşkınlık biraz da hırs ile oturmuşuzdur o sandalyelere.

Diğer oyuncular gözümüze ne kadar da büyük gözükürler ilk başlarda, fakat oyuna alışmamızla beraber masadaki birkaç kişinin önüne geçmeye başlarız ve artık oyun keyif vermeye başlar.

Biraz şansın, biraz tecrübesizliğin ve tabiî ki biraz da kaderin yardımıyla o başta gözümüze çok ulu gelen masanın kralı olmuşuzdur artık. Oyunculara tekrar bir bakarız şöyle ve elimizdeki paranın çokluğuyla kıvanç duyarak biraz daha büyük bir masaya geçeriz.

Paramız çok olduğu için çok daha fazla kazanmak için elimizdeki parayı çok rahat ortaya koyabiliriz, hatta ara sıra rakibi caydırmak için ortadaki paranın bile katlarcısını ortaya koymaya başlarız.

Bir kazanır, bir kaybederiz fakat önde olan bizizdir genelde. Artık hiçbir masa bizi korkutamaz, hatta artık her oyuncuya olağanüstü bir kibirle yaklaşır ve ismimizden önce elimizde tuttuğumuz paranın miktarını sereriz gözler önüne.

Ve kaybetmenin vakti gelmiştir artık. Neden kaybederiz biliyor musunuz? Çünkü o masadaki herkesin aslında eşit olmasına rağmen, biz elimizde tuttuğumuz o paradan dolayı kendimizi farklı görmeye başlarız, çok daha kazanmak için çok daha büyük riskler alırız, masadaki herkesi daha da imrendirmek için daha da hırs yaparız ve en kötüsü de ne kadar kazanırsak kazanalım nerede duracağımızı hiçbir zaman bilemeyiz.

O konuma gelene kadar harcadığımız emeklerin hiçbir anlamı kalmaz çünkü ne de olsa biz artık kaybetmeyiz, kaybedemeyiz. Haykırırız masadaki oyunculara; ‘’Bakın elimde tuttuğum paralarıma!’’

Kibir, hırs ve ego üçgeni, şeytanın o meşhur üçgeninden başka bir şey değildir ve işte artık o üçgenin iç açılarının toplamı, kibri yüzünden eleştirilen, hırsı yüzünden bırakamayan ve egosu yüzünden de masadaki herkese ne kadar muhteşem(!) birisi olduğunu göstermek isteyen o zavallı insandır.

O zavallı insan, bütün insanlardır.

Bütün insanlar o üçgenin dışında kalmasını beceremedikleri sürece hayatta biraz kazanacak olsalar da kibirleri, hırsları ve egoları yüzünden uzun vadede kaybetmeye mahkûmdurlar.

Ne durmasını bilirler ne şükretmesini. Ne paylaşmasını ne de mütevazı olmasını. Ve kaybederler.
Ama tanrı onlara bir şans daha tanımakta gecikmez.

Biraz zaman geçer ve insan poker masasına geri döner.

Artık daha temkinli olmak zorundadır çünkü tecrübelidir kazanma ve kaybetme konusunda. İkisinin de getirilerini iyi bilir.

Ve gene toparlar kendini kendince, eskisi kadar iyi olmasa da iyidir artık ve eskisi kadar iyi olabilmek için devam eder oyununa. Bir zamanlar da olsa ‘’çok’’u yaşamış kişi ne de olsa ‘’orta’’ ile idare etmek istemez, edemez.

Eskisi kadar iyi olur belki de fakat eskisi kadar da aptaldır hala. Çünkü eskisinden de iyi olmak ister artık. Bu kötü bir temenni olmasa da çok büyük olmak için o üç lanet şeye ihtiyacının olduğu yanılgısına kapılır.

Ya tekrar çok kaybeder ya da eskisinden de çok başarılı olur o insan.

Tekrar kaybettiğinde eline bir daha böyle bir şansın geçmeyeceğini bilir. En azından artık bir şey öğrenmiştir ve başı hep öndedir.

Çok başarılı olsa da o oyundan vazgeçmesini bilemez, dedik ya hani ne şükreder ve mütevazı olur ne de eski başarısızlıklarını kanıtlama çabasına girmekten kendini alıkoyamaz.

Mutlaka sıfırlanır bir gün ve onun da başı düşer aşağıya.

Ve işte poker böyle bir oyundur.

Poker elimizde tuttuğumuz hayatımızdır. Hayatımız zaten bir oyundur. Hayat, bize çok zaman fırsatlar tanır, çoğu zaman fark edemeyip arkamızı dönsek de o fırsatlara bazen kader fırsatı bile önümüze koyar. Sevinir, peşine düşeriz fakat aslında en güzel fırsatlar bile sadece bir denemedir. Siz buna tanrının sınaması da diyebilirsiniz, doğanın bir döngüsü de sadece bir rastlantı da fakat şu bir gerçek ki önümüze neler çıkarsa çıksın insan zavallılığını yenemediği sürece hiçbiri bir şeye yaramaz nice fırsatlar.

Sanırım şimdi hepiniz poker konusunda neler yapmanız gerektiğini daha iyi biliyorsunuz.
Peki, söyleyin, zamanı geldiğinde yapmanız gerekenleri yapacak mısınız yoksa üçgenin iç açılarını mı toplayacaksınız?

Tabiî ki de doymayacak, hep daha fazlasını isteyecek ve bir gün elinizdekileri de yitireceksiniz.
İsterseniz tekrar tekrar okuyun bu yazımı ve üzülmeyin, hiçbirimiz mükemmel değiliz. Hepimiz onlarca zaaf ve istekten oluşan, sadece tüketen ve kendince var olmaya çalışan zavallılarız. Bu tabuları yıkabilen insanlar da var. Onları zaten hemen akıllarınıza getirir, parmaklarınızla gösterir biraz imrenir biraz da çekemezsiniz. Hâlbuki onlar sizin onları çekememenizi önemsemez bile. Çünkü onlar bir defa poker masasına oturur ve siz üçgeninizle düzüşürken onlar temkinli bir şekilde kazanmaya devam eder. Ve hiç durmazlar çünkü birçok zavallı insan gelip geçer o masalardan ve hepsi uzun vadede kaybeder. Onlar ise hiç durmadan her vadede kazanmaya devam ederler…

Beni merak edecek olursanız, ben bütün masaların en zavallı oyuncusu oldum her zaman. Çok kazandım ama yetinmedim ve çok kaybettim. Bir gece gene çok kazandım fakat asla doymak bilmedim. Hiçbir zaman da yaşadıklarımdan bir şeyler çıkartamadım ve her oyunum başta iyi gitse de hayal kırıklıklarıyla sonuçlandı. Yani ‘’O hikâyedeki mal benim.’’ En azından dürüstlüğüm kaldı bende ve hiçbir masa ve hiçbir oyuncu onu alamadı elimden. Ve böyle bir yazı yazabildim kaybettiklerimden. Ben bu oyunun böyle bir zavallısı oldum.

Peki, siz kimsiniz? Bu hikâyedeki hangi karaktersiniz? Yoksa hiç oynamıyor musunuz bile? O zaman siz baştan kaybetmişsiniz…

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Aşk = Ruh İkizi


Şimdi bana aşk nedir diye soracaksınız.

Ben de size bir şeyler geveleyeceğim.

Gene ondan bundan alıntılar yapıp, aynı tanrıya ve var oluşa ulaşmak gibi girişimlerde bulunacağım.

Belki birkaç sözde örnek çift ile sohbete dalacağım, aşkı buldunuz mu diye soracağım, onlarda bilinçsizce gerçek aşkı bulduklarını anlatacaklar bana…

Hani diyor ya usta ‘’En güzel çocuk henüz doğmadı. En güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız’’ diye.

Dünya’nın en güzel aşkı da yaşanmadı henüz.

En azından siz duruma böyle bakın ve bu işin öncüsü olmaya koyulun.

Sevin, sevişin, okuyun, dans edin ve arayın aşkınızı.

Aşkı sakın küçümsemeyin. Çünkü ‘’aşk’’ derken gerçek bir ruh ikizinden bahsediyorum ben…

Bu gerçekten de sanıldığından çok daha önemli bir kavram.

Bu Dünya üzerinde herkesin tam ve net bir ruh ikizi vardır diye düşünüyorum. Hatta hayatımızı hep onu arayarak geçiriyoruz ve çok büyük ihtimalle onu bulamadan ya da başkalarını o sanarak tamamlıyoruz aşk yaşantılarımızı.

İnsanlar ileride para kazanmak için çok çalışırlar. Bu çalışma bir işte çalışma da olabilir, ders çalışma da fakat çoğu kişi bunu seçtiği için değil ileride kendisine itibar ve para getirecek olmasını sevdiği için uygular.

Peki, neden amaçlar bu kadar basittir?

Ya da şöyle sorayım, gerçek bir ruh ikizini bulmuş, ona onun kendisini sevdiği kadar çok âşık olmuş birisi sizce böyle fani şeylere ihtiyaç duymaya devam eder mi? Bütün egolarından ve insanların %95’inin kendisine hedef olarak gördüğü şeylerden arınmış olmaz mı?

Evet… Bal gibi de olur. Aşk bizi Dünya üzerinde var olmaya devam eden bütün lükslerden, ihtiyaçlardan ve hırslardan alıkoyar. Bu yüzden büyüleyici bir şeydir. Hem sarhoşluktur hem de büyük bir bilinçlenme ve arınmadır. Aynı tanrı konusundaki gibi insanlar ortaya aşk diye bir kelime attıklarında şöyle bir duraksarlar. Hâlbuki tanımı basittir; aşk = ruh ikizidir.

Her anlamda bizi tamamlayan bir ruh ikizi. Zaaflarımızı bile çok seven, yataktan ilk kalktığımız anda bile göz göze gelmek ve onu öpmek isteyeceğimiz birisi. Dünya üzerinde bizi tamamen tamamlayabilen bir insan daha var. Bizimle hemen hemen aynı şeyleri yaşamış, yaşanılanlardan da benzer şeyleri çıkartmış bir insan. Onunla ilk karşılaştığınız anda bile sizin onu, onun da sizi ‘’işte bu benim Dünya üzerindeki ruh ikizimdir!’’ diye yanına çağırıp, yıllardır birbirinizi arıyor olmanın acısıyla dakikalarca sarılmanız mümkündür…

Dikkat edin bu ana kadar hiç cinsiyet farklılıklarından bahsetmedim. İnsan hormonlarıyla ters düşecek olsa da bu ruh ikizi sizin kadın olmanıza rağmen Dünya’nın öbür ucundaki bir kadın da olabilir…

Zaten aşk, şu dünyada benden bir tane daha yok diyememektir. Tarihteki ve gelecekteki bütün aşkları kapsayan yegâne kavramdır ruh ikizi.

Sözde aşklarda geçen sıkıcı kavramlar vardır. Alışmak, sıkılmak gibi. Hâlbuki gerçek bir aşkta kişinin ruh ikizine alışması gerekmez. Zaten kendisi onda da vardır, onda da kendisinden parçalar. Ve bir insan kendi ruh ikizinden sıkılamaz. Aksi takdirde kendinden bıkmış olması gerekir ki bu da felakettir. Böyleleri âşık bile olamaz.

Şimdi bir bakalım elimizde neler var ve nelerden bahsetmişiz.

Ruh ikizi nedir, neden onu bulmalıyız, neden geçici aşklarda fazla oyalanmamalıyız ve gerçek bir aşkın hayatımıza katacaklarından haberdarsanız artık, onunla birlikte olduğunuz zaman dünyanın bütün güzelliklerini görebileceğiniz ve daha önce de belirttiğim gibi onunlayken insanların %95’inin kendisine hedef olarak gördüğü şeylerden uzaklaşabileceğiniz bir ruh ikizi size mutlak bir kıvanç ve bohemlik verecektir. Bu yüzden aşkın bana göre birkaç kelimeyle tanımından bahsetmeden önce diyeceğim şudur ki;

Tutkuyla sevin her şeyi. Çiçeği, böceği, kızları ya da erkekleri. Çünkü sevgi, saygı yetmez. Tutku ve hayal serpiştirilmelidir aşklara. Ya Nurullah Genç’in de bir şiirinde dediği gibi ‘’seni yaşamadan ölmeyeceğim’’ diyerek sevmelisiniz ya da sıkıcı ve yalan ilişkilerinize devam etmeye razı olmalısınız. Ve gerçek aşkınızı (ruh ikizinizi) yaşayamadan ölmeyi kabullenmesini bilmelisiniz…

Bence bu tür kabullenmelere gerek yok. Siz siz olun ve konu aşk olduğu vakit gururunuzu ve mantığınızı bir yere koyun ve kalbinize, vicdanınıza kulak verin. Biraz sarhoşluktan kimseye zarar gelmez…

Aşk; sanrıdır. Yanılgıdır. Kötüdür, pistir, kakadır. Mucizedir. Geçicidir. Tutkuludur. Çekicidir. Rüyadır. Masumdur. Kötü bir şakadır. Hem vardır hem yoktur. Bütünleşmektir. Sarılmaktır. Biz olmaktır. Gözyaşıdır. Aptal bir sırıtmadır. Salaklaşmaktır. Sevişmektir. Hayaldir. Utangaçlıktır. Kıskanmaktır. Candır. Duygusal saçmalıklardır. Dibe vurmaktır. Bir insanın başına gelebilecek en güzel şeydir. Çelişkidir. Hastalıktır. Pişmanlıktır. Bahardır. Müziktir. Emektir. Kavuşamamaktır. Unutamamaktır. Etkilenmektir, özlemektir. Alışkanlıktır. Gereksinimdir. Aranandır. Sarhoşluktur. İlahidir.



Çal kapımı çal, Bu ruh arsız, kararsız. Soy beni içim rahat, Aklım tutarsız.

19 Mayıs 2009 Salı

Dogmatik Dinler

Yani şimdi merak etmemek elde değil, bir bebek dünyaya geliyor ve bu bebek anne ve babasından dolayı bir Hıristiyan olarak doğuyor. Ailesi, akrabaları, okulundaki arkadaşları ve sokağında merhabalaştığı herkes Hıristiyan.

O çocuk da yıllar içinde, okulunda, çevresinde kendisine toplumun dini anlatıldıkça dogmatik inancını iyice kabulleniyor ve papaz olmaya karar veriyor ve bu kararı verirken diğer dinleri de şöyle bir okuyor, araştırıyor hatta birkaç tane de Müslüman ve Budist ülkelerine geziler yapıyor yüzeysel olarak. Tamam diyor ben papaz olacağım, Hıristiyanlık tektir, en doğrusudur.

Ya bu çocuk dindar bir Müslüman ailenin bebeği olarak dünyaya gelseydi?

Her dini, inanışı, kutsal kitabı, dinlerin tarihlerini, din felsefesini ve psikolojisini vs. araştırıp da gene Hıristiyan bir papaz olmayı mı tercih edecekti sizce? Yoksa akışına mı bırakacaktı?

Ailesinden, akrabalarından, okulundaki arkadaşlarından ve her gün sokaklarındaki merhabalaştığı insanlardan etkilenip, onlara uyup da bir Müslüman olarak ölmeyi tercih etmeyecek miydi?

Daha doğrusu şöyle sorayım, bugüne kadar kaç kişi dogmatik dinini uzun arayışlar sonucunda net bir şekilde değiştirebildi?

Sayılı kişi… Yazık…

Aklı başında ve öz iradeye sahip bir insanın kendi fiziksel ve zihinsel durumuna göre, bütün dinleri araştırıp da birini seçmesi ya da hiçbirini seçmemesi hatta kendi halinde kendi prensiplerini ve inançlarını ortaya koyması gerekmektedir ve ben inanıyorum ki bundan on beş yıl sonra kimse bir din ile doğmayacaktır.

Kişi başlarda ailesi ve yakınlarından etkilenebilir fakat doğduğu anda kimliğine ailesinin benimsediği dini yapıştırmak mantıksızdır. Bebek büyüdüğünde ve kendince bilinçlendiğinde bir din kararı verip onu yazdırmalıdır.

Hep tekrarladığım bir şeydir bence tanrıyı değil dinleri araştırmak lafı…

Peki bu insan baştaki hikayedeki gibi imanlı ve kutsal kitapların birleştiği bütün konularda hakim bir insan olarak fakat bir Hıristiyan olarak ölseydi gerçekten de sonsuz cehennem azabını hak edecek miydi??

Güneş Tanrisi


Tamam, şimdi tanrı güneş olsun. Tek ve tam bir tanrı olduğu gibi aynı şekilde de tek bir güneş vardır.

Aynı güneşin aynı etten kemikten olan insanlara farklı gelişi gibi tanrı kavramı da farklı algılanmış ve bakış açılarına ya da o zamanların yaşantılarına göre değişik inançlar ortaya çıkmıştır.
Aynı güneşten insanlar korunmak için gözlükler takıyor, onun olağanüstü görüntüsünün tadını çıkartmıyor, onu doğurmuyor ya da batırmıyor hatta ondan hoşnut değiller ve gene aynı güneşin doğuşuyla beraber güne güneş ışınları altında dans ederek başlayan bilgeler mevcut.
Ferrari’sini Satan Bilge adlı kitaptaki şu meşhur Sivana Bilgeleri’nden bahsediyorum.
Ve o bilgelerden yola çıkarak insanların var olan çoğu şeyde birbirleriyle çeliştiklerinden…

Herkesin yaşadığı toplumda ortak olarak belirlenen bir dini seçmesi ve bu dinin diğer genel dinlerden ayrılması aslında iyi bir şey değil fakat yazımın sonunda belirteceğim /önceki sayfalara bakınız/ bir düşünceme/teorime göre kurtarılabilir bir olaydır.

İslam diğer bütün dinlerin yanlışlıklarını kapatmak adına geldiyse neden bu önlemler en başında alınmadı da günümüzde hala yenileri çıkmakta olan inançlar türedi durdu? Tanrı her şeyi biliyor, her şeye kudreti yetiyordu ya yüzyıllar sonra kullarının onun yolladığı kitaplarda bile ayrılacağını hatta insanlar tarafından değiştirileceğini ve ortak bir inanç bulamayacaklarını kestiremedi mi?
Yoksa yüzyıllardır süren bu kaosun sahibi ve ortaya çıkış kararını veren de mi kendisi? Dogmatik inançlardan kopup en doğru dini bulmamızı isteyen ve sessizliğini korumayı seçen zaten kendisi mi?
Yani her şey ama her şey zaten hiçbir şeyin bile olmadığı zamanlarda planlanmış mıdır?

Lafı uzatıp da kelime oyunu yapacak değilim, Bilgelerin hayatındaki güneşin yeri ve önemi konusundaki verdiğim örnekle demek istediğim şudur ki aynı güneşin bile aynı etten kemikten olan insanlara farklı yansıması durumu varken tanrı kavramının da değişik şekillerde ele alınması beklenmedik bir şey değildir.


9 Mayıs 2009 Cumartesi

Var Oluş ve Ölüm Üzerine Bir Teori

Şuana kadar bugüne kadar benim kafamda oluşan soru işaretlerinden, genel olarak insanların inançları konusundaki farklılıklarından, bir şekilde tanrıya ulaşma yollarından, kafamdaki bir tanrı figüründen ve tanrının aranacağı yerlerden vs. bahsettim.

Gelelim bu konuda son olarak belirteceklerime, çoğu soru işaretinin kalkacağı yere ve bir teorime…

Hıristiyanlar kendi kutsal kitaplarına göre ve sorumluluklarına göre, aynı şekilde de Müslümanlar kendi inançlarına göre yargılanabilir.

Böylece dogmatik inanışlar da riske girmemiş olur yani herkes kendi mensubunun dini inanışından sorumlu olabilir.

Öldüğünde herkes kendi aklına uygun bir tanrı ve hep kafasında olan belirli bir din ile ve cennet ve cehennem ile karşılaşabilir.

Bu sayede bir Hindu öldüğünde ona neden gusül abdesti almadın ya da neden namaz kılmadın diye hesap sorup da sonsuz azaba yollayamayacaktır kimse.

Ateistlerin bu teoride hiçbir şansları yoktur.

Fakat eğer tanrı gerçekten affedici ise onları iyi birer insan olana dek reenkarnasyon ile eğitebilir, aynı ruhları farklı bedenlere yaşatmaya devam edebilir.

Böylece ruh göçü teorisi de başarılı bir yerde kullanışmış olur ve affedici tanrı kendisine inanmayanları bu yolla eğitip iyi birer insan haline getirebilir.


Ruh göçü ile ilgili Vikipedi’de rastladığım bir yazı; ‘’ Prof. Stevenson 40 yılını, geçmiş yaşamlarını hatırlıyor gibi görünen çocukları incelemeye hasretti. Yaklaşık 1000 çocuk üzerinde incelemelerde bulundu. (İncelediği vakaların sayısı 2002 yılında 2006'yı bulmuştur.) Prof. Stevenson her vakada çocukların raporlarını metotlu olarak belgeledi. Böylece, çocukların anlattıkları ile ölen kişilere ait olguların paralellik göstermekte olduğunu doğrulamayı başardı. Aynı zamanda söz konusu ölen kişilerde ölüm ve yaralanmaya yol açmış yara izlerinin söz konusu çocuklarda doğum işareti ve doğum kusuru olarak belirmiş olduğunu, otopsi fotoğrafları gibi tıbbi kayıtlarla doğruladı’’

Big bang teorisi hemen hemen diğer teoriler gibi zaten kutsal kitaplarla ters düşen bir teori olmadığı gibi önümüzdeki on yıl içinde insanoğlunun elinde de patlayabilir ya da bu konuda daha açık kanıtlar da ortaya çıkabilir fakat evrim teorisine Big bang gibi artık bilimsel değil de daha çok insanın kendi topluluğu içindeki evrimi ve değişimi olarak bakmamız gerekmektedir.

Öyle ki bu zaten böyledir, hatta bu evrim günümüzde de hala devam etmektedir.

Teknoloji ve yaşam biçimlerine hatta yaşam kalitesine onar yıl arayla bakarsak hala devam etmekte olan mutlak bir değişimi fark edebiliriz.

Tek bir Rab vardır, bu kesindir fakat tanrı milyarlarca insanı adil ve memnun bir şekilde yargılayabilmek için böyle bir seçenek sunabilir kendisine.

Ya da biz onu kızdırmayalım ve bunu insanoğlu için ‘’alternatif bir yargı ortamı’’ olarak adlandıralım.

Yani buna göre eski Mısırlılar öldüklerinde gerçekten de o iki soruya göre yargılanmıştır. Hatta hala ben de böyle yargılanacağım diye düşünen bir beyin varsa yaşamdan mutluluk alabilmeye ve bu mutluluğu başkalarıyla da paylaşabilmeye ve bu yolla kendi hayalindeki cennete girmeye çalışacaktır.

Tevrat’ın felsefesi, İsa’nın mucizesi ve Arapların cennet hayalleri kendilerine canı gönülden inanan herkese açıktır.

Din farklılıkları ve farklılıklar göstermekte olan bu dinlerin mensupları arasındaki anlaşmazlıklar bu yolla giderilebilir, en önemlisi de iyi bir insanı sırf dogmatik dininden dolayı (şimdi kalkıp da en doğru bulduğum din olan İslam’ı eleştirmeye kalkacak değilim fakat İslam’a göre İslam’dan farklı dinlerin pek de hoş görülmediğini geçen sayfalarda Kuran’dan ayetler vererek açıklamıştım ne yazık ki) yanmamasını sağlar.

Kutsal kitapların birleştiği konularda (özü sözü bir, kibirsiz ve hoşgörülü bir insan olmak, hırsızlık yapmamak, kul hakkına girmemek ya da kimseyi öldürmemek gibi) istenilenlere ulaşan bir insan kendi aklıyla kurduğu ya da okuyup da benimsediği bir cennete gidebilecektir.

Son olarak diyeceğim şudur ki tanrı; sessizliği ve sükûneti seven, asaletini ve ulaşılmazlığını da bu sayede sağlayan ve sürdürebilen, onun hakkında bir şeyler söyleyecek gibi olduğumuzda sık sık ‘’belki’’ ve ‘’bence’’ gibi öznel yargılara düşmemize neden olan, Nietzsche’ye göre bir ölü, birçok filozofa göre zaten hiç doğmamış olan, son kitabında zaten doğmadığını ve doğurmadığını ilan eden, bütün bu soru işaretlerine rağmen de bütün insanlığın içlerinde, en temiz yerlerinde bulunan egemenliktir, iyi ki vardır, hep olsundur…

Kim bilir belki de yüzyıllardır bir rüyanın içindeyizdir ya da Aldous Huxley’nin de dediği gibi zaten bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir, ne malum?

İki Büyük Din ve İnanış Farklılıkları

Bugünkü tanrı karmaşasının sebebi, insanların daha da cahilleşmesine rağmen Dünya’ya 1400 yıldır yeni bir kutsal kitabın ya da peygamberin gelmemesi değil de, genel olarak dünya üzerindeki inanç değişiklikleridir.

İnsanbiçimci dillerle yazılmış ve karşımıza Tanrının sözleri diye sunulan her yazıyı dikkatle irdelemeliyiz aksi takdirde sonsuz bir utanç içinde yer alır ve var oluş görevlerimizden en önemlisini gerçekleştirememiş oluruz. Şüphesiz, var oluşumuzdaki en önemli amaç, tanrı ile anlaşabilmek, onu anlayabilmek ve ona kendimizi anlatabilmektir.

İncil ve Kuran arasındaki en büyük farklılıklardan birisi de Tanrı'nın üçlü birliği durumudur. Kuran’da geçen ayet ile ( O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur.) bazı bağnaz Hıristiyanların İsa Tanrı’nın oğludur düşüncesi haklı olarak çelişmektedir. Aslında bu konuda iki kitapta da herhangi bir hata söz konusu değildir çünkü İncil’de ‘’İsa Mesih Tanrı’nın oğludur’’ anlamı ve arkasından gelen Tanrı’nın üçlü birliği durumu Tanrı'nın Özü, Sözü ve Ruhu, başka bir deyişle Baba, Oğul ve Kutsal Ruh olarak adlandırılır. Bu adlar üç Tanrı'yı değil, aynı Tanrı'nın üç bilinçli unsurunu ifade etmektedir fakat günümüzde çarpıtılan birçok şey gibi bu da çarpıtılmıştır ve gene bir kargaşaya, bilinmezliğe sebep olmuştur.

Dünya üzerinde taraftarları hala ciddi derecede yüksek sayılarla var olan yüzlerce din ve inanışın ortaya çıkması, insanların tanrıyı bir yere koyma cabası ya da ona bir isim verme telaşı içinde olması gerçekten sinir bozucu bir durum oysa daha önce de dediğim gibi tanrı dediğimiz olay, en saf duygularımızın olduğu, içlerimizde bir yerlerdedir. Tanrı kesinlikle vardır ve her insanın en temiz yerindedir. Farklı denemeler ve inançlar ile ona ulaşmayı denemektense içimizde hissetmeli ve büyütmeliyiz onu. Mutlak bir doğruluk ve mutlak bir iyi niyetle yapmalıyız bunu ve bu işi sırf bedenimizden ayrıldıktan sonra bir yerlerde hurilerle sevişip, şarap nehirlerinde yüzmek için değil, insan olduğumuz için yapmalıyız.

24 Nisan 2009 Cuma

Bir Ekleme


2008'in 10. ayında yazdığım ''Doğmamış Çocuğa Mektup'' adlı yazıma şu cümleleri de ekledim, bilginize.

Sana çok sevme, deli âşık olma niye nasihat çekecek cahil, bilinçsiz insanlar olacaktır.

Onlara ‘’he de geç’’ yavrum ama sen sen ol ve asla aşkı küçümseyip de nice duygulardan kendini mahrum etme.

Damlara, çatılara çıkacak kadar çok sev ve sevdiğinin saçının bir teli için bütün lükslerinden vazgeçebilecek kadar sevebilmesini bil.

Çok seven bir platonik olacak olursan bir gün, kavuşamayacağını değil de kavuşacağın günü düşün çünkü gerçekten çok seversen, bil ki o artık senindir çocuk.

Benim dedem, senin büyük büyük baban bir çiftçiydi evlat ve hayatla böylesine dişe diş bir mücadele içinde yaşadığından olsa gerek suratından, mimiklerinden bilgelik akardı.

O bilge suratıyla bana hep ‘’kimseye ve hiçbir şeye kendi yaratacağın devin küçük, basit kurbanı olmadan ve önyargısız bir şekilde yaklaş ve çok oku derdi.

Öyle ya gelen ilk vahiy bile ‘’oku’’ diyordu. Önce bir oku, araştır…

Bense bugün sana, annenle geceler boyu sevişmemizin bir ödülü olan sana, tavsiyeler veriyorum, zaman oldukça çabuk geçen bir kavrammış bunu anlıyorum ve evet, seni tanrının bir mükâfatı olarak görüyorum.

Sen henüz başlangıcın bile başındasın evlat.

İlk defa sevdiğin çocuğu ya da kızı öpeceğin günü ve o günün gecesinde bedeninin her bir tarafına yayılacak olan o mayhoş şaşkınlığı şimdiden görebiliyorum.

Ve sinirden ağlayacağın ya da mutluluktan dans edeceğin nice günlerini.

Heyecanlar şehvetlere, ağlamalar gülmelere, kızgınlıklar umarsızlığa ve gündüzler gecelere dönüşecek, gidecektir.

Bu değişken süreç içinde insanlar sen düşünebildiğin sürece seni çok şaşırtacaklardır ama sen onları çok da önemseme.

Çoğu neyi neden söylediğini bile bilmez.

Hepsi yüzyıllardır farklı dinler ve inançlarla tanrıya ulaşmayı denemiş, durmuştur.

Onlar belki sana da günde beş defa aynı kelimeleri tekrarlaman için baskı yapabilirler fakat şunu unutma ki sen tanrıyı göklerde, yıldızlarda, tapınaklarda, camilerde ya da kiliselerde vs. değil, içinde bulacaksın.

Bundan kuşkun olmasın ki var oluş ve yaratan içimizde bir yerlerdedir ve bizler bu dünyada gelip geçici gölge varlıklarızdır, biz gideriz ve her şey, hey şeyden önce de olan ve her şeyden sonra da var olacak olan yaratanda kalır, hatta zaten görüp seveceğin ya da kızacağın her şey onundur.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Tanrının Egemenliği

Bazı rivayetlere göre insanoğlunun ilk ortaya çıkışından bugüne kadar 60 milyar kadar insan yaşamış ve ölmüş.
Kıyamet günü Perslilerden, Osmanlı'dan ve uzay çağından insanların olacağı bir ortamı aklınız alıyor mu?

İncil, Kuran ve Tevrat gibi birçok kitap ve Dünya üzerinde onlarca din varken, aralarından en doğrusunu bulup yaşantımızı ona göre şekillendirebilmemiz istenmiş bizden. Üstelik bahsi geçen kitaplar birbirlerini tamamlayan değil, aksine birbirleriyle çelişen kitaplarken.

İncil her zaman için kendi dinini farklı kılmış ve diğer inanışları küçümsemiştir, hatta Hıristiyanlar Kuran-ı Kerim’e ve Hz. Muhammed’e inanmamaktadırlar. Dünya’da iki milyar kadar Hıristiyan’ın ve 1,3 milyon kadar da Müslüman’ın yaşadığını biliyoruz. Bunca insanın inanışlarındaki bu uçurum ve anlaşmazlık gerçekten çok can sıkıcı bir durum haline gelmiştir.

Bu çelişkilerle ilgili olarak Kuran-ı Kerim’de şöyle ayetler yer almaktadır;

(Allah indinde yegâne din ancak İslam’dır.) [Al-i İmran 19]
(İslam’dan başka din arayan, bilsin ki, o din asla kabul edilmez.) [Al-i İmran 85]
(İsa’ya, Allah diyenler kâfir olmuştur. Hâlbuki Mesih, "Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin" demiştir. "Allah üçün üçüncüsü" diyenler de kâfirdir.) [Maide 72, 73]
(Allah, Resulünü, hidayet ve hak din, İslamiyet’le gönderdi. İslam dinini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselamın hak] Peygamber olduğuna şahid olarak Allah yeter.) [Feth 28]

Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın bozulmuş batıl bir din olduğunu bu ayetlerden çıkartmamız istenmiş bizlerden. Ne de olsa Kuran-ı Kerim içinde geçen ayetlerde belirtilenlere göre değiştirilmemiş ve ilahi güçle korunmuş bir kitaptır.

İnsanın sorgulayası geliyor, aynı tutum ve özen neden diğer kutsal kitaplarda gösterilmedi de böylesine değişik inançlar türedi ve belirsizlikler ortaya çıktı diye…
Yoksa tanrı kutsal kitapları arasında fark mı gözetti?

Şuan için sadece iki inanış biçimlerini ele almamın sebebi Dünya’da en çok taraftarı bulunan inanışların bütün bu çelişkilere rağmen Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın olmasındandır. Oysa Dünya’da daha irdelenmesi gereken onlarca din ve onlara has inanış biçimleri vardır.

Herkesin bir şekilde tanrıya ulaşmanın yollarını aramakta olduğunu hala yenileri çıkmakta olan inanış biçimlerinden anlayabiliriz.

Tanrı bu yoğun ilgiden memnun mudur yoksa bütün bu arayış ve devam eden belirsizlikten rahatsız mıdır acaba?

Herkesin tanrısı başka.

Ben yapılan kötülükler ya da edinilen kötü tecrübeler sonucunda tanrının insanları cezalandırmak amacıyla kaynar kazanlara atacağına inanmıyorum.
Kafamdaki tanrı profili böylesine acımasız değil.

Üzerinde yüzlerce kitabın yazıldığı, filozofların kafa patlattığı tanrı kavramı konusunda hala net bir sonuç yok.
Belki de tanrıyı değil de dinleri ve inanışları incelemek gerekir.

Ben bu konuda hep, yüzyıllar önce hem düzeni sağlamak, kötülükler yapıldığı takdirde insanların gözlerini korkutmak hem de bu düzeni sağlarken insanları manevi yönden de rahatlatmak için dört beş kafadar adamın yuvarlak bir masada bütün bir gece düşündükten sonra tanrı diye bir kavramı ortaya attığını düşünürdüm.

Bazen öylesine merak ediyorum ki ölümün ve tanrının nasıl bir şey olduğunu, hemen kendimi öldürmek ve neler olacağını görmek istiyorum.
Sonra yaşamam gereken koca bir hayatımın olduğu geliyor aklıma ve vazgeçiyorum.
Şarkılardaki gibi ‘’şeytanı neden yakmadın cehennemin varsa senin?’’ diye sorası geliyor insanın.

Bizler aslında iki karşı varlığın zıtlaşması ve kavgası sonucu kime daha çok gelecekler diyerek başlattıkları bir oyunun parçası mıyız?
Peki, biz tanrının çok önceden belirleyip de yazdığı bir hayatı, bir kaderi mi yaşıyoruz yoksa yaşayacaklarımızı biz belirliyoruz da işin sonunda mı kadere dönüşüyor?
Yarın yapacağımız her şey tanrının dünden ayarladığı bir kurgu mu yoksa hayatımızdaki rastlantılar onun için de mi sürpriz?
Kafamızda bu kadar soru işareti çözümlenemeden dururken, yaramazlıklarımızdan dolayı yanmayı gerçekten hak ediyor muyuz?
Yoksa biz de günahlarımızdan kurtulmak için soru işaretlerinden mi medet umuyoruz?
Her şey sınama ve irade üzerine kurulduysa kendimizi yaşarken nasıl mutlu kılabiliriz?
Kaçamaklarımız ve ufak yaramazlıklarımız olmadan hayattan nasıl zevk alabiliriz?
Varlığından kesin olarak emin olmadığımız bir değere nasıl sahip çıkabilir ve tüm yaşantımızı ona göre değiştirebiliriz?

Belki de bütün bu bilinmezlik ve düşünce kaosudur tanrıyı tanrı yapan değerler. Yani bütün evrende kabul görmüş tek ve net bir tanrı kavramı olsaydı tanrının sınama gücü ne işe yarayabilirdi ki?

Tanrının aranacağı ve aranmayacağı yerler vardır. Genelde çok güzel manzaralarla karşılaştığımızda, o manzaranın sonlarında bir yerlerinde ararız tanrıyı. Bunun sahibi odur ve o da o büyüleyici manzaranın en güzel yerindedir diye düşünürüz.

Bulutlarda, güneşin ışığında olduğunu düşünürüz tanrının ama yoğun bir trafikte tanrıyı aramayız. Onu oraya yakıştıramadığımızdan dolayı olsa gerek.

Yani tanrıyı doğa ile bütünleştirebiliriz. Gördüğümüz en güzel manzaradır tanrı. Bu manzaranın çok kudretli bir sahibi olmalı diye düşünürüz çünkü. Zaten ilk insanlar da güneşi, ayı ve yıldızları tanrı yerine koymuşlardır.

İnsanoğlunun içgüdüsel bir yanılgısıdır tanrıyı bulutların arkasında, taşların altında vs. araması, onu bir yere koyması ya da ona bir isim verme çabasında olması. Hâlbuki tanrı içimizde bir yerlerdedir her zaman. O, biz beş yaşlarındayken elinde asasıyla dolaşan aksakallı bir dedeydi ve sadece gökyüzünde bulunurdu. Şimdi ise durumlar değişti.

Çok mutlu bir haber aldığımızda hemen tanrıyı koyarız o haberin içine. Onu ve onun nurunu. Oldukça olumsuz bir haber aldığımızda da acizliğimizden ötürü lanet ederiz kendisine. Varlığından ya da yokluğundan dahi tam olarak emin olmasak bile ona karşı bencil ve ikiyüzlüyüzdür çoğu zaman.


Guido Ubaldus adındaki bir matematikçi sayılar üzerinden tanrıyı bulabileceğini düşünmüş ve aşağıdaki işleme ulaşmış;

0= 0+0+0+0...
= (1–1)+(1–1)+(1–1)+...
= 1–1+1–1+1–1+...
= 1+(-1+1)+(-1+1)+(-1+1)+...
= 1+0+0+0+... =1


Yaptığı bu işlem sonucunda bir şeyi yoktan var edebilmenin mümkün olabileceği kanısına varmış ve tanrıya inanmaya başlamış.

‘’Öyle kolay bir sanat değildir uyumak. Onun uğruna bütün gün uyanık durmak gerekir’’ demiştir ya Nietzsche işte tanrıyı bilmek de böyle büyük bir iştir. Ama önce ölmek gerekir. Onu bulacağım diye de yaşarken ölmemek lazım çünkü tanrının varlığı ya da yokluğundan da önemli olan bizim var olmamızdır.

Gerçekten şaşırtıcı bir paradoks.
Bazılarının onun varlığından emin olması, bütün hayatını ona ve kurallarına göre şekillendirmesi ve gene büyük bir kesimin onun varlığından böylesine şüphe duyması.
‘’Gören göz bir damla suda tanrıyı görür’’ demiştir Mevlana ve tanrı konusundaki fikir ayrılıklarının insandan insana nasıl değiştiğini belirtmiştir.

Okyanusta yüzen küçük bir balığa nerede yüzdüğünü sormak mantıksızdır. Ben ve benim gibi bu konuda bu kadar kafa yoran insanların yaptığı şey de bu aslında. Olayı daha da araştırmaya çalıştıkça daha çok belirsizliğe gitmek…

Allah, Hz. Adem’i yarattığında burnuna kendi nefesini üfledi, Hz. Adem can buldu ve canının içerisine Allah kendi nefesini koydu, Allah’ın bir parçası insanın içerisinde kaldı, yani mutlak olan insan kendi içerisinde Allah’ı buldu ve onunla bir oldu.

Yani sonuç olarak şunu diyebiliriz ki;

Eğer tanrı sonsuz ise ve gücü kudreti her şeye yetebiliyorsa bilgisi de sonsuzdur, bu durumda bizler ne kadar çok bilgi sahibi olursak o kadar tanrıya yaklaşmış oluruz ve bu durum da bizi ‘’Enelhak’’a ulaştırır... (Enelhak tüm kâinat Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah her yerdedir ve ben de bu kâinatın bir parçasıysam Allah benim de içimdedir, bende de Allahtan bir parça vardır. Bu durumda ben Allahın bir parçasıyım düşüncesidir.)

Aslında hepimiz birer tanrı, birer ilahız.
Birbirimizin tanrılarıyız.
Başka hayatlara girip çıkıyor, insanları kâh güldürüyor kâh ağlatıyoruz.
Kimilerinin her an akıllarında olan kimilerinin de hiç umursamadığı tanrılarız.
Dua edip sığındığımız bir güç var çünkü başkaları da geceleri bizim için dua ediyor.
Başkalarının var olma sebepleri, gözyaşlarının nedenleri ve mutluluklarının bir parçasıyız.

Kim bilir belki de yüzyıllardır bir rüyanın içindeyizdir...

4 Nisan 2009 Cumartesi

Son Haftalarıma Dair

Aylar oldu blogumu güncellemeyeli. Tamam, abartmış olabilirim aylar derken fakat oldukça boşladım buraları bu aralar.

Deli gibi film izliyorum bu aralar. Hemen hemen her güne güzel bir film sığdırma telaşı içindeyim. Hatta Fight Club'ı ilk defa izleme şansı yakaladım dün. Amatörce fotoğraf çekimlerine de devam ediyorum. Kendime daha çok vakit ayırıyorum diyebilirim. İki-üç tane yeni yazı da yazdım bu süreç içinde fakat artık daha fazlasını internet ortamında paylaşmak istemiyorum.

Bu arada kitap Ekim ayının ilk haftasında çıkıyor ve ismi gene karar değiştirmezse yayınevi Erdal Eren'in son mektubundan yola çıkarak ''Ben Hep 17 Yaşındayım'' olacak. ''yaşındayım'' mı ''yaşımdayım'' mı konusu hakkında nesnel bir bilgisi olanlar bana mail atarsa sevinirim ayrıca.

Nasıl da özlemişim güneşin derimi yakacak kadar ısıtmasını, altına uzanıp da kısalı uzunlu bilinç kayıpları yaşamayı... Yaz geldi artık Nisan'ın ortalarına yaklaştık. Sahi ne çabuk geçti gene bu aylar?! Yaz ayı için çok güzel planlarım var. Ege kıyılarını dolaşacağım sırtımda çantam ile. Küçük pansiyonlarda kalıp, kafamı dinleyeceğim. Belki de bir ara deniz kıyılarında çayımı içerim sessizce. Temmuz gibi çıkacağım yollara, Türkiye'yi daha doğrusu Ege kıyılarını ve Akdeniz'i yaşayacağım.

19 Şubat 2009 Perşembe

İnsanlar Ayrıntılarında Saklıdır

Saçlarına bir yazı yazdım.
Altına çalan renklerinde kaybolduğum, hatta parmak uçlarımla gizli gizli okşadığım.
Sabahları ilk kalktığın vakit o dağınık hallerini gözümün önüne getirmeye çalıştığım saçlarına.
Gözlerine bir isim taktım.
Bazen bakmaktan korktuğum, çoğu zaman da içten içe ‘’bakma, bakma! Gene rezil duruma düşeceksin yoksa’’ diyerek kendime sitem etmeme rağmen gözlerimi alamadığım.
Bugüne kadar neler gördüklerini ve daha neler göreceklerini merak ettiğim gözlerine.
Ayna karşısında elbiselerini denediğini, fütursuzca ayaklarına çoraplarını geçirdiğini ve en güzel kokuları bileğine, boynuna sıktığını görebilir gibiyim.
İnsanlar ayrıntılarında saklıdır sevdiğim.
Bir tiyatro oyuncusu düşün şimdi zihninden.
Sahnede gerçek benliğinden ve bütün sorunlarından kopmuş bir şekilde sanatını icra ederken.
Ardından oyunun bittiğini ve oyuncunun bütün alkışları müthiş bir mütevazılık ile kabul edip de izleyenlerini selamladığı anı da kestirebiliyor musun?
O oyuncu perde kapandıktan sonra cebindeki son parasının telaşına hatta hüznüne ve istemeyerek de olsa gerçek benliğine geri döner ya, işte ben o oyuncunun kulisindeki her bir tarafı ampullerle çevrili olan ayna karşısındaki makyajını temizlerken hissettiklerine önem veririm.
Biraz önce çılgın âşık Romeo olan o adam makyajını temizledikten sonra memleketinin sanata olan kayıtsızlığından ötürü gene çulsuz bir insan haline dönüşse de tiyatroya olan tutkusundan ve ona karşı duyduğu o yoğun sevgisinden ötürü beş parasız yaşamaya bile razı olur ya işte ben de seni böyle bir tutkuyla seviyorum.
Ama dikkat et sana ‘’sevgilim’’ değil, sadece ‘’sevdiğim’’ diyebiliyorum.
Ve biliyorum bir gün senin de tiyatron bitince, rollerini başka yapmacık insanlara devredince ve o vazgeçemediğin kalabalıktan kopunca bana varacaksın.
Açtım ellerimi gene dua ettim bu gece, kelimelerin arasına da seni ve adını sıkıştırdım, tanrım diye başladım, sen diye bitirdim. Bir gün benim ol diye.
Bütün bunlar belki de birçok aşığın sevdiklerine söylemek istedikleri şeylerdir ama ben kendimi biliyorum bütün bu yazdıklarım sana hiçbir zaman bahsetmeyeceğim şeyler üzerine.
Her şey sensin!

5 Şubat 2009 Perşembe

İdealler Uğrunda

İnsan, vazgeçmezse elde eder.
Sevdiğine, hayallerine, ideallerine…
İsteyip de elde edemeyeceğini düşünürse zaten kaybetmiştir.
Müzik tarihinin en bilinen isimlerinden birisi olan Beethoven’in keman tutuşunu gören müzik öğretmeninin onun için müzisyen olamaz demesi örneği bu yüzden var.
Beethoven o gün ‘madem öyle tamam’ o zaman deseydi bugün biz onu tekrar anacak olmazdık.
Oysa insanlar kolay pes eder, uğruna savaşmaktansa uğrunda ölmeyi yeğler.
Yerine sevemezseniz âşıksınızdır, unutamıyor ve vazgeçemiyorsanız bir gün tekrar kavuşursunuz.
Bazen sevmek yetmez ya işte öyle bir şeydir tutku.
Özlemden de öte, bir ihtiyaçtır, bir ülküdür.
Her sigaranın farklı bir şey uğruna yakıldığı gibi her insanın da birbirleri için arzuladıkları ve o insandan beklentileri farklıdır.
Ve bir pezevenk sattığı fahişesine âşık olursa dengeyi bozar ve bu denge olması gerekendir, aşıldığında ne kadar doğru bir şey yapılmıştır bilinmez.
Hedeflerine duygularını karıştırır ve günden güne sevgisini yitireceği gibi amaçlarından da olur.
Bir fahişe de müşterisine âşık olamaz ya da aynı şekilde bir müşteri fahişesine.
Çünkü kişi, karşısındakinden asıl beklemesi gerekenler yerine başka başka beklentilere düşer ve kaybeder. Oysa herkesin var oluş sebebi ve rolleri bellidir bu hayatta.
Varlığını vurgulamaya çalıştığım şey ‘’denge’’
Bu yüzden eski Türk filmlerinde fabrikatör kızları fakir çocuklar uğruna aileleriyle ters düşer.
Tarık Akan ne kadar yakışıklı bir adam da olsa.

Bu yüzden bizi yansıtan, benzer yaşam tarzları sürdüğümüz hatta aynı müziklerden keyif aldığımız ve bize bizi hatırlatan insanlarla beraber oluruz.
Bu bir sevgili de olabilir samimi bir dost da.
Bazen de bize bizi unutturan kişilerin yanında olmayı tercih ederiz.
Bu da paradoksun ve benlikten kaçışın bir parçasıdır.
İdealler ve istekler bazen bu tür dengelerle ter düşebilir.
Ama Tarık Akan gerçekten severse ve peşine düşerse fabrikatör kızını bile kafaya alabilir çoğu zaman.
Gözünü kapadığında herkes cesurdur, mutlak bir cesaret gerekebilir bu tür bazı dengeleri aşmak için.
İşte bunlar, denge kavramının yenik düştüğü zamanlardır ve mutlu bir ölümle sonuçlanır idealler uğrunda geçmiş bir hayat.
Hep bahsettiğim bir şeydir bu koşuşturmalar ve son nefesinizi huzurlu vermek için bu maratonda yer almanız gerekmektedir çünkü ancak ve ancak insan isterse yapabilir…

27 Ocak 2009 Salı

Aşkın Rengi

Bugün sitenin girişinde denk geldiğim aşk böceklerinin fotoğrafını yakaladım. Ortaya güzel bir görüntü çıktı gerçekten. (: ( Fotoğrafa tıklayıp, büyük halini görebilirsiniz. )

Dalgaların Bittiği Yer

Bir deniz size çok şey anlatabilir ya da çok şeyi anımsatabilir.
Her bir dalgayı bugüne kadar bir şekilde hayatınıza girmiş ve usulca ya da büyük gürültülerle de hayatınızdan çıkmış kişilerin yerine koyabilirsiniz.
Size ulaşmak için okyanusların ortalarından küçük rüzgârlarla yola çıkmış, hızını kesebilecek nice balıklara ve martılara rağmen de yolun sonundaki taşlara selam verircesine kumları ıslatmış, kumsaldaki insanlara da piyesini bitirmiş bir tiyatrocu olurcasına selamını verip, görevini tamamlayıp kendisini arkalara geri bırakmış dalgalar.
Saniyeler sonra aynı amaçla fakat belki daha kendinden emin belki de daha sessizce gelmeye devam eden dalgalar.
Hayatınıza hiç tamamen farklı amaçlar güden bir dalga girdi mi?
Sizin için kıyılara defalarca kaybederek vursa da tekrar okyanusların ortalarından küçük rüzgârlar eşliğinde çıkıp geri geleceğine inanacağınız dalgalar?
Yoksa ilişkilerinizdeki insanlar da sadece sevişmek gibi küçük amaçları güden ve işi bittiğinde bir daha nice rüzgârları arkasına almayacak olan dalgalardan mıydı?
İşte o dalgaların bittiği yerde siz olacaksınız.
Hatta bir tanesi tamamen başka bir yaşama sokacak sizi o ve siz ondan kopmayı hiç istemeyeceksiniz.
Bir gün selamını verip hayatınızdan çıksa dahi onun mutlaka geri geleceğini bilirsiniz.
Çünkü anlarsınız onu, belki bir süreliğine bir şeylerden kaçmak istemiştir ve özünü bulduğunda size geri döneceğini ve sizi yeniden farklı bir yaşamda mutlu edeceğini bilirsiniz.
Partnerinizin isteklerinin sadece hormonları doğrultusunda ortaya çıkan şeyler olmadığını ve gerçek bir hayat yoldaşı olduğunun farkındalığının keyfini yaşarsınız.
Ama nadir rastlanır böyle dalgalara.
Öyle ki çoğu erkek başta o kadın için birçok şeyi göze alsa da olay onunla yaşamaya, ciddi bir ilişkiye geldiğinde boş bir küme haline dönüşür.
Bir ayağı diğerinden birkaç cm daha kısa olmasına rağmen bir zamanlar herkesi imrendirecek kadar güzel dans eden şair Lord Byron’un bu konu hakkında da çok güzel bir aforizması var.
‘’Sevilen kadın için ölmek, onunla beraber yaşamaktan daha kolaydır.”
Oysa adam bilmez sevgiliye sarılıp da uyunan bir gecenin keyfinin bambaşka bir his olduğunu.
Günübirlik eğlenceler ile sadece kendi egosunu tatmin edebileceğini ve aslında kadının da onun bu hallerine acıdığı için onunla beraber olduğunu.
İyi bir hayat yoldaşı sizin için gerçekten bir çok şeyi göze alan ve sizi elde ettikten sonra da sizden vazgeçmeyendir.
İnsanlar evliliklerini yanlış sürdürdükleri için değil de çoğu kez doğru insanı bulduklarından emin olmadıkları için bitirirler.
Ve bir insan seçimlerine güvenmelidir fakat bu seçiminin aylar yıllar sonra zaman kavramına yenik düşüp de farklılaşacağının da farkında olmalıdır ve seçimini bu yüzden iyi analiz etmelidir yoksa dalgaya gelebilir…

22 Ocak 2009 Perşembe

Doğaya

Bir ayağı diğerinden birkaç cm daha kısa olmasına rağmen bir zamanlar herkesi imrendirecek kadar güzel dans eden şair Lord Byron’un çok güzel bir lafı var.
'' Yolu olmayan ormanlarda mutluluk vardır, yalnız yürünen deniz kıyısında sevinç. Topluluklar vardır kimsenin zorla girmediği derin denizlerde, sesinde de müzik. İnsanı az seviyorum diyemem, ama doğayı daha fazla... ''
Aynı şairin “Sevilen kadın için ölmek, onunla beraber yaşamaktan daha kolaydır.” Gibi ciddi anlamda kaliteli aforizmaları da mevcut fakat doğa konusunda belirttiği bu söz gerçekten beni çok etkilemişti hatta bu söz daha önce de bahsettiğim ‘’ into the wild ‘’ filminde geçtiği için daha da kıymete binmişti benim gözümde.
En büyük hayalim.
Alıp başımı gitmek çok uzaklara. .Tamamen başka bir yaşamda başka bir insan olmak. Üzerinde yaşayan insanların dilini dahi bilmediğim bir ülkenin sokaklarında ellerim cebimde dolaşmak. Bir daha bir yerlerde rastlamayacağımı bildiğim insanların arasında tamamen benliğimle dolaşmak. Kendimle ve şehrin gereksiz telaşıyla baş başa kalabilmek ya da kalabalıklardan tamamen arınmış bir yerlerde kayıtsızca var olmak.
Çünkü sıkıldım artık tiyatrodan.
Ve ben iyi bilirim yolu olmayan ormanlardaki mutlulukları ve dalgaların dostumsu hallerini.
Martı sesleri bana hep gelecekti güzel ve huzurlu günleri anımsatmıştır, özgürlüğün keyfini ve doğanın büyüleyici farklılığını.
Birkaç saniyede bir kendini yenileyerek vuran deniz dalgaları ise yalnızlığın dayanılmaz hafifliğini.
Eğer güzel bir havada bütün benliğimle deniz kenarında bir bir vuran dalgalar eşliğinde martılarla dertleşiyorsam o an küçük bedenimde taşıdığım büyük ruhun farkındayımdır.

Bir fotoğraf vardı, genç taşların tepesine çıkmış okyanusun dost canlısı dalgaları eşliğinde kitabını okuyordu.
Gözünde geniş çerçeveli gözlük ve kafasında uzunca saçları ile.
Dakikalarca dikkatle incelemiştim o fotoğrafı ve epey özenmiştim o gence.
Orada, o şekilde okunan satırların vereceği keyif apayrıdır çünkü o an gerçekten yaşadığınızı hissedersiniz.
Oysa biz sabahları kalkmamızla beraber bir karaktere bürünüyoruz ve sokaklara çıkıyoruz.
Sanki hepimiz doğuştan sanatçıymışçasına!

20 Ocak 2009 Salı

Lord Byron

'' Yolu olmayan ormanlarda mutluluk vardır, yalnız yürünen deniz kıyısında sevinç. Topluluklar vardı kimsenin zorla girmediği derin denizlerde, sesinde de müzik. İnsanı az seviyorum diyemem, ama doğayı daha fazla... ''

Lord Byron

18 Ocak 2009 Pazar

Melodiler

Müzik her şeydir.
Özellikle küçükken tanrıyı kızdırmayı hiç istemezdim, beni kulaklarımla cezalandırabileceği ihtimalinden ötürü.
Melodileri ve sesleri duyamamak acı bir ceza olsa gerek.
Sokaktan geçen bir insana aynı zamanda fakat iki farklı müzik eşliğinde bakarsanız ezgilerin gücünün farkına varabilirsiniz.
Birinde elleri cebinde kendini sokaklara bırakmış bir insan görürsünüz diğerinde ise isyankar ve agresif bir genç ya da hayatı bütün olumsuzluklarına rağmen iyi benimsemiş ve kendini mutlu kılmış bir insan.
Ritim, bütün bakış açılarıyla oyuncak gibi oynayabilir.
Ve çoğu kez farkında olmasak da her bir şarkıyı bir zat için ya da bir anı uğruna dinleriz.
İçten içe o şarkıyı onu düşünerek dinler ve sözlere kulak veririz.

Aylar hatta yıllar sonra farklı bir yerde aynı şarkı yeniden kulaklarımıza geldiği vakit onu bir zamanlar yok yere çok sevdiğimizi hatırlarız, o günlere geri döner ve o günün heyecanına tekrar tanık oluruz. Bu yüzden çoğu dizeler kutsaldır.
Ya da şarkı içindeki bir söz hayatınızı ve düşüncelerinizi özetlemeye yeter.
Aynı Pinhani’nin ‘’ O her zaman gülen yüzün, bazen hüzünlü bir şarkıdır ‘’ sözü gibi.
Hatta sizin şahsi düşüncelerinizi başka başka adamların böylesine güzel özetleyebilmesi şaşırtır sizi.
Yazarlar insan yaratan insanlarsa, sanatçılar da çoğu duygunun ortaya çıkış sebebi ya da o duyguların pekişmesi, hatırlanması görevindeki insanlardır.
Bir şarkı size tanrıyı da sevdirebilir, sevdiğinize de küstürebilir.
Sevdiğimiz bilmez ki bütün gün karşısında somurtarak oturmamızın sebebi onun varlığı değil de bizim sabahleyin dinlediğimiz ayrılık şarkısı sonrası kendi ilişkimizin de öyle biteceği paranoyasına kapılmış olmamız olduğunu.
İşte şarkılar, melodiler ve sözler böylesine ilginç şeylerdir.
Ve müzik, her şeydir…

11 Ocak 2009 Pazar

Saatimdeki Kum Taneleri

Sıkıcı bir derste yazın bütün endişesizliklerini ve güzelliklerini içinde barındıran birkaç kum tanesine denk gelmiştim saatimin içinde.
Akrep ve yelkovanın etrafında bir sağa bir sola düşüyordu bu kum taneleri ve o an beni benden almıştı bu minimize edilmiş taş parçaları.
Ben sıcak bir yaz gününde denize dalıp da balıkları yakalayacak gibi olurken de aynı saat gözüme çarpıyordu. Bugün ise soğuk ve yalnız bir kış sabahı sıkıcı bir derste o kumlar beni o denize ve o endişesizliklere geri götürmüştü.
Hayat tesadüfleri severmiş.
O kum taneleri sallandıkça ben o balıkların yanına döndüm, onlar sallandı ben iyice koptum dersten.
Zaten x ile y ile aram pek de iyi değildi o aralar.
Çok da severdim gittiğim yerlerden irili ufaklı bana orayı tekrar tekrar hatırlatacak şeyler almayı yanıma.
Yıllarımı geçirdiğim lojmanların ağaçlarından bir yaprak hatta tavşanımın ölmeden önce yaptığı son kakası ve sevgilimin kâğıt parası.
Gittiğimiz yerlerde hesabı hep yarı yarıya öderdik, o parasını bana bırakmıştı ve ‘’ ben tuvalete gidip geliyorum hayatım ‘’ demişti, ben ise onun kâğıt parasını farklı bir cebime koyup hesabı asıl paramdan ödemiştim.
Bugün ondan haber dahi alamıyorum, klasik nedenlerden ötürü ayrılmıştık ama benim hayatımdaki yeri çok önemli olduğu için ve bazı ilklerimi de onunla yaşadığım için o kâğıt parayı hala saklarım.
Bir gün Teoman’ın bir şarkısında da dile getirdiği gibi ‘’ Belki benim kâğıt param, döne dolaşa, bir şekilde senin cebine girmiştir ‘’ lafından yola çıkarak o parayı harcamayı ve bir şekilde o paranın döne dolaşa o kızın cebine girmesini umut etmiştim fakat bunun gerçekten olma ihtimalini düşününce o parayı saklamaya devam etmiştim.
O kum taneleri bilinçsizce girmişlerdi saatimin içine.
Çocukken taşları kumların altına gömüp, deniz kabuklarını da üstüne koyarak mezar taşı yaptığımı hatırlatmıştı bana.
Forrest Gump durmadan koşarak arkada bıraktıklarını daha da geride bırakmaya çalışıyormuş ya ben de bunun tam tersine beni hep eskilere götürecek bir şeyler ararım yaşantımda.
Bundan olsa gerek koşmayı da hiç sevmem. Hele ki bir yol dahi kat edemediğimiz koşu bantlarında.
Bir insan kendi geçmişini değiştiremez fakat kendine yeni bir gelecek sunabilir.
Ben hep geçmişte kalmıştım ve varlıklarıyla oynayamayacağım ve değiştiremeyeceğim olumlu olumsuz anılarımla daha da melankolik bir hal alıyordum yaşarken.
Bazıları olan biten her duyguyu iyi kestirebildiğim için bugünleri iyi görebildiğimi söylese de ben hep dünde kaldığım için bugünleri yaşayamamıştım.
Ve sanki o kum taneleri de bana bunu kanıtlamaya çalışıyordu.
Mazide yaşananlara gerçekten doyabilseydin, o günleri böylesine özler miydin? Diyorlardı bana alaycı gülümsemeleriyle.
O küçük yapıtların böylesine büyük ve anlamlı soru sorabilmelerinden sonra öylece kalmıştım, ardından tahtada gene f(x)’i bulmam gerekmişti ve tahtada saate bakmak amacıyla o minimize edilmiş taş parçalarına baktığım an gerçekten garip bir an olmuştu.

Gözlük Güzeline

Martılara simit atma sen!
Sana rağmen senin attığın lokmaları bile yerler belki ama sadece mecbur oldukları için yaparlar bunu.
Sahte dünyaların yalan aşklarını yaşarken hep bir karaktere bürünmüş tiyatro oyuncusuydun sen.
Bak, bir saatlik makyajın nasıl da yakıştı.
O boyalı surat yeter sana yer edinebilmen için.
Ama yok!
Sorsalar geni seni seçer, gene parmaklarımla seni gösterirdim.
Sendin tasasız, sendin huzurlu.
Belki parandan, belki de içinde bulunduğun tiyatrondan bu denli zevk aldığın için bu kadar tasasızdın fakat martılara simit atma sen.
Bırak da zaten tek kahvaltısı simit ve çay olan birisi paylaşsın, o çok değer verdiği simidinin sonunu.
Çünkü martılara biraz attıktan sonra kalanları denize atmaz o adam, sonunu paylaştığı simidinin.

8 Ocak 2009 Perşembe

Bir Aşıktan Bir Platoniğe

‘’ Seni seviyorum de lan! ‘’
Ben de Haluk Bilginer gibi son kozumu mumlu bir masada mı kullanmalıydım yoksa beklemeye ve rastlantılardan kaçmaya devam mı etmeliydim bilmiyordum fakat onun hayallerine sarılıp uyuduğum gecelerin ertesi sabahlarında bambaşka bir insan oluyordum ve bu başkalaşımlar onu ne denli sevdiğimi bana tekrar tekrar gösteriyordu.

... O kızı bugün de yıllar sonra da kimse benim kadar sevmeyecekti ve böylesine öpmek istemeyecekti belki de.
Bir insan en çok sevdiğinin yanında mı olmalıydı yoksa kendisini en çok sevenin yanında mı hayatına devam etmeliydi?
Onunla dolaşsak dünyanın en güzel sokaklarını, ben kulağına şarkılar mırıldanırken saçlarını korkmadan okşayabilsem ve boynuna sarıldığımda bedeninin bütün kokusunu içime çekebilsem hatta bir ara da bana bütün bir gününün nasıl geçtiğini ayrıntılarıyla anlatsa...
İlk öpücüğümü de son öpücüğümü de onun dudaklarında yaşasam!
Her zaman sadece ona yazılar yazmam gerekse…
Onunla olabileceğim değil de onsuz olamayacağım bir platonikti o kız.

... Bütün melankolimle dağ bayır koşup onu ne kadar çok sevdiğimi haykırmıştım fakat ne rahatlayabilmiştim ne de bir yere varabilmiştim çünkü bu haykırışları onun suratına suratına yapmalıydım.
Aşkı küçümsemeyin.
Ve dikkat edin, bazıları da utana sıkıla sizin saçlarınızı parmak uçlarıyla hissetme peşinde olabilir.
Narsist bir insan değilseniz her zaman en çok sevdiğinizin yanında bulunun. Gizli gizli de olsa saçlarını okşayın. Uzaktan sevmenin aşkı-mucizesini yaşayın.
Birine ne çok bağlanın ne de her çiçekten bal almanın peşine düşün.
Yoksa birinde pervasız sevdiceğin gizli gizli saçlarını okşarken bulursunuz kendinizi, hatta ona hiç vermeyeceğiniz ama hepsi onun adına ve aşkına olan şiirler yazarsınız ve pasif bir âşık olarak kalır mutsuz ve yalnız ölürsünüz.
Birinde ise o kadar çiçeğe konarsınız ki artık benim o çok kıymet verdiğim öpüşmeleriniz bile anlamsızlaşır. Her sabah kolunuza, göbeğinize yazılmış telefon numaralarıyla uyanırsınız ve bu olay örgüsü bir süre size zevk verip egonuzu tatmin etse de aşkı küçümsemenize ve onu hor kullanmanıza neden olduğu için sizi sadece aşktan da değil yaşamaktan da soğutur.
Benim sevdiğimin bende takıntı olduğunu aslında onun tam olarak hayallerimdeki tiyatroyu oynayan karakter olmadığını fark ettiğimde anlamıştım.
Ulaşamıyordum, haliyle kafaya çok takıyor ve yok yere ona olan sevgimi içten içe besleyip de büyütüyordum.
Ulaşılmazlık, kaprisler ve hatta ayrılıklar mı bizi daha çok aşık kılıyordu yoksa?
Evet…